Çokluk (siyaset)

Çokluk (İngilizce "multitude") kavramı merkezi liderlik ile lidersiz anarşi arasında politik bir alternatif belirtir. İlk defa Machiavelli tarafından kullanılmıştır ve daha sonra Spinoza tarafından geliştirilmiştir. Son zamanlarda kavram kürsel kapitalist düzene karşı yapılan direniş hareketlerini düzenleyen model olarak Michael Hardt ve Antonio Negri tarafından İmparatorluk (2000) kitabında kullanılmıştır. Hardt ve Negri son kitaplarında, "Multitude: War and Democracy in the Age of Empire" (2004), çokluk kavramını internet ve ağlı toplumun değişen üretim yöntemleri ve toplumsal mücadelesi üzerinden geliştirmişlerdir.

Çokluk, en basit şekliyle "tekillerin"[1] yan yana gelmesi ile oluşan "çoğulluk" anlamına gelmektedir. Çokluk, siyasetin içerisinde, siyasetle düşünebileceğimiz bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Çokluk bir ve çok arasındaki bağlantı ile anlamlandırılabilir. Bir varlığı ifade eder, ancak çokluk basit haliyle verili varlıkların sayılabilir çoğulluğunu anlatmaz. Çokluk; dile gelse de potansiyel halinde henüz varlığa dönüşmemiş, ama varlığa dönüşme edinimini ifade eder. Çokluğun sayılabilir kalabalıklara dönüşmesi için potansiyelinin edime dönüşmesi gerekmektedir.[2] Çokluk kendinde var olan hiçbir tekil potansiyele indirgenemeyecek çoğulluğu anlatır ve çoklukta yaşamın gereksinimlerine uygun yeni bir kalabalığı tanımlayacak imkânlar her zaman vardır. Edimsel olarak varlığa dönüşmüş, sayılabilir çoklukların oluşturduğu çoğulluk, kalabalık adını alır. Sayılabilir varlıklara dönüşen ve onların birlikteliği ile ortaya çıkan kalabalık "çokluğun" siyasal literatürde kullanımına alan açar. Kalabalık çokluğun potansiyele dönüştüren belli bir söyleme maruz kalmış halidir ve söz konusu söylemin amacı, tanımladığı kalabalıktan siyaset yapmayı olanaklı bir imge oluşturabilmektir.[3]

Günümüz siyaset felsefesinde siyasetin "yeni" öznesi olarak tartışılmaktadır. Özellikle Hardt ve Negri’nin İmparatorluk ve Çokluk kitaplarında iktidara karşı yeni bir model olarak öne sürülmüştür.[4] Ancak kavramın kullanımı çok eskilere dayanır. 17. yüzyılda Hobbes ve Spinoza'nın eserlerinde çokluğun farklı kullanım şekilleri gözlemlenmektedir. Bu çerçevede "çokluk" kavramı o tarihten, bugüne geçirdiği evrim ve bağlantıları ile birlikte incelendiğinde anlamı daha net anlaşılacaktır. Söz konusu düşünürlerde çokluk ortak ve farklı anlamlarda kendisine yer bulmuştur. Hobbes çokluğu kontrolsüz, başıboş bir kitle olarak siyasal halkın karşısına yerleştirir. Spinoza ile Hardt ve Negri ise çokluğu yeni bir oluşa kapı aralayan indirgenemez bir potansiyele ve kurucu edime sahip siyasetin faili olarak tanımlar.

Hobbes’ta Çokluk

Hobbes çokluğu "halk" ile karşıtlık çerçevesinde ele almaktadır. Hobbes bu çerçevede çokluğu; herkesin, herkese karşı olduğu doğa durumuna yerleştirir. Çokluğu anlamlandırmak için Hobbes’un doğa durumu, siyasal durum ayrımının incelenmesi gerekmektedir. Hobbes’a göre doğa durumu; herkesin herkese eşit olduğu ve herkesin her şey üzerinde hakka sahip olduğu bir durumdur.[5] Herkesin eşit olması ve doğal hak gereği varlıklarını sürdürme çabası insanların topluluk olarak yaşamasının önünde engel oluşturur. İnsanların bir arada yaşaması doğa yasasına[6] (aklın yasasına) uyma koşulu ile gerçekleşmektedir. Ancak doğa yasası insanın kendi doğası gereği bozulmaya mahkûmdur. Hobbes'a göre insanlar arzuları ve istençleri doğrultusunda hareket ederler. İnsanlar arzuları ve umutları çerçevesinde doğal yasayı bozabilirler. O yüzden ceza yasası ile bireyleri kontrol eden bir güce ihtiyaç vardır. İstençler çoğuldur, ancak tek bir amaç etrafında birleşmesi barışın korunması ve kalıcı bir savunma için yeterli değildir. "Barış ve savunma için önemli konularda, hepsi tek bir istenç olması gerekmektedir. Bu sadece, herkes istencini başka tek bir istence, ortak barış ilgili konulardaki istenci tek tek herkesin istenci olarak alınacak şekilde bir insanın veya bir meclisin istencine tabi kılınması durumunda gerçekleşebilir".[7] Tek bir istenç doğrultusunda, insanların doğal haklarından vazgeçmeleri sonucunda zenginliği ve gücünü devretmiş olur. Bireylerin ayrı, ayrı birbirleri ile yaptığı sözleşme ile güç ve zenginliklerini devretmesi sonucu açığa çıkan birlik, egemenlik veya Leviathan olarak tanımlanmaktadır.[8] Bu çerçevede irade birliği ancak çokluğun her şeyi yapabilme hakkından vazgeçmesi, sahip olduğu tüm hakları Leviathan'a devretmesi ile mümkün olacaktır. Çokluk ancak doğa durumunda var olabilir. Leviathan'ı yaratabilmek, yasal temsilcisi yapabilmek için güç ve hak devrinde bulunduğu anda çok olmaktan çıkacaktır. Burada çokluğun birlikte hak iddia edebilmesinin önü kapatılmıştır. Ancak tek tek bireyler, kendi istençlerinden vazgeçerek sözleşme yaptıklarından dolayı bireylerin hak ve edinimleri mevcuttur. İşte temsil ve egemenlik ile birlikte "halk" kavramı kurulan bir şey olarak karşımıza çıkar. Çokluk; Leviathan'ın politik bedeni ile bütünleşerek ve egemene itaat etmekle yükümlü, toplumsal, siyasal hayatı oluşturan “halk” kavramına dönüşmektedir.[9]

Hobbes'ta "çokluk" ve "halk" kavramı arasında doğal durumdan, siyasal toplumsal duruma geçiş kadar keskin bir ayrım ortaya çıkmaktadır. Bu durumda devletin varlığı ile halkın varlığı birbirine sıkı sıkıya bağımlıdır. "Eğer devlet varsa, o zaman halk da vardır, Devletin yokluğunda halk da yoktur".[10] Halk siyasal toplum ile bağlantılı iken, "çokluğun" doğa durumu ile bağı kurulmaktadır. Multidudo[11] (çokluk) bir devlet çatısı altında birleşen insan kalabalığıdır. Hobbes'a göre bunlar tekil varlıklar olmamakla birlikte, her biri kendi istencine sahiptir. Bu çerçevede tek bir kişi haline gelmemiş kalabalıklar tehlikelidir. Çoklukların hak iddiasında bulunması, her şeyin herkese ait olduğu bir durum yaratır ki; böylelikle doğa durumu sürmeye devam eder. Çokluk birden fazla insanı imlemektedir. Her insanın kendi istenci olduğundan ona tek bir edim atfedilemez. O yüzden "çokluk" ayrı, ayrı veya bireysel bir hal almadıkça söz veremez veya bir sözleşme yapamaz, hak alıp devredemez, bir edimde bulunamaz.[12] Hobbes'un kurgusu açık bir şekilde "çokluğa" olumsuz bir anlam yüklemektedir. Bir araya gelmiş kalabalıkların, tek başına "tekil" bir potansiyel taşımadıklarını, yani tutkuları ile hareket ettiklerinden dolayı kendi çıkarlarının, doğa yasasının farkında olamayacağını belirtir. O yüzden "çokluk" doğa durumu ile ilişkilendirilerek, yıkıcı bir güruh, kitle kategorisine yerleştirilir. Yani insan insanın kurdu olmaya devam eder.

Hobbes doğa yasasına uyacak güvenlik ve barış için istençlerini teke devredecek sınırlandırılmış, özdeş bir topluluk olarak "halk" kavramını olumlu manada siyasal toplumun içerisine yerleştirir. "Egemenlik", "halk", "çokluk" birbiri ile bağlantılı, birbirini içerdiği gibi dışlayan kavramlar olarak işlem görür. Kısacası "çokluk" bu diğer kavramlarla bağıntısı içerisinde anlam kazanmaktadır. Ancak tekil varlıkların bir bedende tekleşmeden birbiri ile iletişim kurup, "çokluk" haline gelebileceği imkânlar mümkün müdür? Spinoza bu imkân ve potansiyellerin var olabileceğini göstermeye çalışır.

Spinoza’da Çokluk

Spinoza "çokluğu", "tekilliklerin" birlikte çoğulluk halinde yaşama olanakları çerçevesinde ele alır. Spinoza aslında Hobbes'a benzer bir doğa durumu tarifi yapar.[13] Doğa durumunda insanlar kendilerini koruma ve varlıklarını sürdürme ereği ile karşı karşıyadır. O yüzden herkesin her şey üzerinde hakkından bahsedilmektedir. Doğa durumunda bir yasadan bahsedilemez. Yasa ancak siyasal bir toplumda, doğa yasası olarak karşımıza çıkar. Ancak Spinoza siyasal toplumun oluşumunu tek bir istence indirgemez. Çünkü insanlar doğa durumunda da birlikte, topluluk halinde yaşamaktadır. Spinoza'da siyasal toplumun oluşması için herkesin bütün haklarından vazgeçmesi gerekmez. Özellikle ifade hakkı kesinlikle devredilemez. Tractatus Politicus'ta yönetim biçimlerini incelediği bölümlerde, sürekli olarak çokluğun, yönetimle birlikte ele alındığı görülmektedir. Hemen hemen yönetim meclisleri ile "çokluğun" sayısının bir olması gerektiğine işaret edilmektedir.[14]

Spinoza "çokluğa" olumlu anlamlar yüklemekle birlikte, "çokluğa" dair endişe de duymaktadır. Özellikle Johan ve Cornelius De Witt Kardeşlerin kontrolsüzce katledilmesi, endişesinin artmasına neden olmuştur.[15] Çokluğa dair endişesi Tractus Theologico-Politicus eserinde birçok bölüme yansımıştır. Özellikle 17. ve 18. Bölümlerde çokluk, duyguları ile hareket eden kitle, güruh anlamında kullanılmaktadır.[16] Tractatus Politicus eserinde ise "çokluğun" kontrolsüz kitle ile ayrımını gösteren yeni bir kullanımı açığa çıkar: "Potentia multitudinis" (çokluğun gücü)[17]. Duygularıyla hareket eden bir kitleden, "çokluğa" gitmesinin nedeni "çokluğun" potansiyel gücünün açığa çıkardığı olanakları değerlendirme isteğidir. Hobbes siyasal birliğin ancak korku edimi ile birlikte kurulabileceğini ifade etmekteydi. Spinoza ise "tekillerin" tek tek içerisinde barındırdığı güç ve bu güçlerin birbirleri ile kurduğu ilişkisellik sonucu açığa çıkan çoğulluğun, korkuya karşı etkin olabileceğini tasarlamaktadır. Tasarımın sonucunda "çokluk"; felsefi bir içkinlik ve siyasal bir güç şeklinde açığa çıkmaktadır. "Çokluğun" gücünü anlamak için Ethica 'ya bakmak gerekir. Tekilliğin, çokluğa dönüşümü; Ethica'da beden-zihin bağlantısı çerçevesinde ele alınmaktadır. Öncelikle zihin ve beden iki ayrı "töz"[18] değil bir tözün farklı "sıfatları"dır.[19] Yani zihin ve beden kimi zaman düşünce kimi zaman uzam olarak karşımıza çıkan bir ve aynı şeydir. Ancak düşünce kendi varlığını bedenin diğer tekilliklerle girdiği ilişkiler sonucunda bilebilir. Zihin diğer varlıklara dair bilgiyi de bedenin etkileşimleri sonucu öğrenir. O halde zihnin yetkinliği, bedenin yetkinliğinden geçecektir. Spinoza bu uslamlanmasını daha da ileri taşıyarak, devinen ya da dingin bir cismin başka bir tekillikle etkileşimi içerisinde devinmeye, devam edebileceğini ya da duracağını söyler. Cisim başka bir cisim tarafından belirlenir ve sonsuzca böyle gider.[20] Kısacası tekillikler birbirleri ile ilişkileri sonucunda varlığını devam ettirirler. Peki "tekilliklerin" birbirleri etkileme ve etkilenmeye zorlayan nedir? Spinoza bu itkiye "conatus" adını verir.[21] "Conatus" varlığın sürme çabasıdır; bu çaba her tekil varlığın gücü ve aynı zamanda edimsel özüdür.[22] Conatus tekil varlıkları birbirlerine fırlatan itkidir. Tekil varlıklar kendi varlık nedeni ile uyumlu karşılaşmalar yaptığında, eyleme kudreti artarken, kendi varlığı ile uyumsuz karşılaşmalar yaptığında eyleme kudreti azalır. Kısacası dışarısı olmadan her "tekillik" kendi içerisinde var olma çabasından dolayı; varlığını sürdürmeye devam edecektir. Etkilenmelerin sonucu zihnin şeylerin nedenini bilmesi aynı zamanda "tekilliklerin" kendi kudretini artıracak varlıkları aramasına neden olur. Tekilliklerin kendi varlıklarında sürme çabası ve eyleme kudretini artıracak diğer varlıklarla etkileşime girme istenci, insanları iş bölümüne ve işbirliğine iter. Bu tekilliklerin birlikteliği sonucu oluşan "çokluk" insanların doğa üzerinde daha fazla hak elde etmesini sağlar. Spinoza "çokluğu" siyasal toplumu tehdit eden bir olumsuzluk yerine, bir fırsat olarak değerlendirir.

Günümüzde Çokluk

"Çokluk" günümüzde Michael Hardt ve Antonio Negri'nin çalışmalarında[23] yeni dönemin siyasal faili olarak karşımıza çıkmaktadır. "Çokluk", tıpkı Spinoza'da olduğu gibi kitle ve güruhtan farklı bir kavramdır. Tekilliklerden oluşan "çokluk" conatus'tan kaynaklı edimsel ve gücül potansiyellere sahiptir. Bu özelliğiyle kendi iradesi ile hareket etmeyen, yönlendirmeye açık kitlelerden ayrılır.[24] "Çokluk" aktif bir toplumsal özneyi anlatır; "tekilliklerin" ortak paydası temelinde hareket eden, toplumsal bir öznedir. Onun kuruluşu ve eylemi özdeşliğe değil, ortak paydaya dayanır. Kendi kendini yöneten canlı bir ettir; o yüzden demokrasi ile arasında kopmaz bağlar vardır.[24] Tüm bu özellikleri ile klasik halk anlayışından ayrılır. Klasik anlamda halk temsil mekanizmasının içerisinde kurulan bir kategoridir. Halkın bu şekilde sınırlandırılması, hayatına dair kararların iradesini teslim ettiği kişi veya kurumlarca alınması anlamına gelir. İşte çokluk ile arasındaki fark bu düzlemde açığa çıkar.

Peki yazarlarımız "çokluk" kavramı ile ne yapmaya çalışmaktadır? Modern dönemin sınırlara dayanması ile birlikte açığa çıkan geçiş sürecinde, çözülen toplumsal yapılar yerine, siyasala müdahale edebilecek; hem var olan, hem de gelecek olan bir özneyi açığa çıkartma niyetindedirler. Postmodernizmin geri döndürülemez olduğunun farkında olan yazarlarımız, açığa çıkarttığı imkânları anlamaya, anlamlandırmaya ve göstermeye çabalamaktadır.

Postmodern dönemde ekonomik, siyasal, kültürel alanlar önemli değişimler göstermiş ve birbirleri ile içe geçmiştir. İktidar toplumsal alanın bütüne yayılma eğilimi göstermektedir. İşleyişini, bir ilişkisellik içerisinde bedenler üzerinden gerçekleştirir. Foucault iktidarın yeni yönelimini "biyo-iktidar" kavramı ile açıklar.[25] Ancak "biyo-iktidarın" işleyişi direniş açısından yeni imkânlar da sunmaktadır. Üretimin toplumsalın bütününe yayılması, toplumsalın yeniden üretimi hep bir fazlalığı ortaya çıkaracaktır. İşte bu fazlalık "çokluğun" değiştirici, dönüştürücü potansiyelidir (biyo-politika).[26]

Hardt ve Negri'nin çalışmalarında "çokluk" aynı zamanda bir sınıf kavramıdır. Sınıf ancak klasik işçi sınıfından ayrılır. Sermayenin idaresinde çalışan, aynı zamanda sermayeyi reddeden, sınıf olma potansiyelini taşıyan herkes anlamında kullanılmaktadır.[27] Postmodern dönemde üretim fabrika duvarlarının dışarısında, yaşamın tüm alanlarına yayılmıştır. Emek zamanı ve boş zaman arasındaki fark ortadan kaybolmuştur. Bu çerçevede maddi emek hegemonyasını kaybederek yerini, maddi olmayan emeğe bırakmaktadır.[27] İşte "çokluğun" bir sınıf olarak ortaya çıkmasının temel nedeni budur. Maddi olmayan emek (iletişimsel, entelektüel, duygulanımsal emek)[28] aynı zamanda "biyo-politik" emek olarak değerlendirilir. Değerlendirme maddi olmayan emeğin yukarıda sayılan özelliklerinden kaynaklı politik, ekonomik, toplumsal ve kültürel arasındaki geleneksel ayrımın giderek bulanıklaşmasından kaynaklanır. Paralelinde "çokluk" biyo-politiktir; "tekil emek süreçleri, üretim koşulları, yerel durum ve koşullarla, emek biçimlerinin, genel üretim ve mübadele ilişkilerinin iç içe geçtiği; ayrıca bu tekillikle bu ortaklık arasında bir çelişki olmadığı"[29] anlamında biyo-politiktir. Maddi olmayan emeğin hegemonik olması nicel birikiminden dolayı değildir. Nitelik olarak taşıdığı potansiyelden kaynaklanır. Tıpkı 19. yüzyılda işçi sınıfının yeni paradigma ile birlikte kurucu toplumsal bir özne olarak ortaya çıkmasına benzer bir durumdur. 19. yüzyılda kapitalizm işçi sınıfının gelişim koşullarını yaratmıştı. Bugünde biyo-iktidar "çokluğun" toplumsal kurucu bir özne olarak ortaya çıkışının imkânlarını yaratmaktadır. Bu çerçevede "çokluk" hem ontolojik; yani bugün var olan, aynı zamanda tarihsel; gelmekte olan zamansallığı işaretler.[30] Maddi olmayan emeğin hegemonik olması, maddi emeğin tamamen ortadan kalktığı anlamına gelmemektedir. Maddi olmayan üretim biçimleri aynı zamanda farklı üretim tarzları arasındaki uçurumları ortadan kaldırmaktadır. Kır ve kent, kafa ve kol emeği arasındaki ayrımlar silikleşmiştir. İletişim, enformasyon ve duygulanımsal üretim tekil birimlerin çoğullaşmasına olanak sağlar. O yüzden iktidar açısından "çokluk" tehlikelidir. Tehlikeli olmalarının nedeni sadece maddi olamayan emeğin ve endüstriyel emeğin değil, tarım işçilerinin ve hatta yoksulların, göçmenlerin, kimliklerin biyopolitik üretimde aktif özne olarak müdahil olmalarındandır.[31]

Maddi olmayan üretimin devrimci potansiyeli toplumsal yaşamın örgütlenmesinde oynadıkları rol ile alakalıdır. Maddi üretim toplumsal yaşamın araçlarını yaratırken; maddi olmayan üretim toplumsal yaşamın kendisini yaratır.[32] Marx sermayenin toplumsal ilişki olduğunu söylediğinde toplumsal üretimin yeniden üretimini işaret etmektedir. Her dönem canlı emek sermaye tarafından tahakküm altına alınıp; alınıp, satılan meta ve sermaye üreten emek gücüne indirgenebilir. Ancak canlı emek her zaman için bütünün ötesine geçer. "Çokluğun" biyo-politik üretimi sermayenin üretici emeğinin kapamayacağı bir fazlalık yaratır. Bu çerçevede sermaye yaşamın tamamını ele geçiremez.[33] Canlı emeğin ikili doğası çokluğun kurucu bir özne olarak sahne çıkmasının, çokluğun edimsel ve gücül potansiyelinin açıklanmasına zemin hazırlamaktadır. Canlı emek bir yandan mutlak yoksulluk olarak görünürken, diğer yandan tüm zenginliğin genel potansiyelini de içerisinde taşır. Yoksulluğun ve potansiyelin bu ikili doğası, maddi olmayan emek paradigmasında emeğin öznelliğini giderek artan bir şekilde belirler. "Emeğin ürettiği zenginlik elinden alınır ve zaten karşıtlığın temeli budur. Ancak emek zenginliği üretme kapasitesini elinde bulundurur ve gücü buradadır. Karşıtlığın ve gücün bu kombinasyonunda bir devrimci öznelliğin oluşumu yatar".[34]

Hardt ve Negri’nin eserlerinde "çokluk" kavramının günümüzün ekonomik, toplumsal, kültürel ve siyasal koşullarında "biyo-iktidar, biyo-politika, maddi emek, maddi olmayan emek" kavramları ile dolayımlanarak oluşmuştur. Ancak eserlerin temel yönelimi çerçevesinde; yani toplumsalın siyasal bir faili olarak "çokluk" henüz tam manasıyla ortaya çıkmış değil. Kavramı tam anlamıyla açıklamak ve nihayete erdirmek için son bir müdahalede bulunmamız gerekmektedir. Bu çerçevede sorunsalımız "çokluk" nasıl, bir kurucu beden oluşturacaktır? "Çokluk", ortaklıklar etrafında, başka bir deyişle ortak çıkar etrafında toplumsal bir bedene kavuşacaktır. Ortak çıkar; toplumsal ve biyo-politik bir üretimle işbirliği yapan, tekilliklerce geri alınan bir genel çıkardır. Bu sadece bir hukuki mesele olarak kalmaz, ekonomik ya da biyopolitik faaliyetlerle örtüşür. Pozitif dışsallıkların ya da yeni enformasyon ağlarının oluşturduğu ortaklıkla ya da işbirliği ve iletişime dayanan emek biçimleri tarafından yaratılan ortaklıkla örtüşür. Kısacası ortak payda; yeni bir egemenlik biçimine, egemenliğin yerini alan toplumsal örgütlenme biçimine işaret eder. Toplumsal tekillikler "çokluğun" yeniden üretimini sağlayan mal ve hizmetleri kendi biyo-politik etkinlikleri ile kontrol ederler; bu durum "Res-publica'dan Res communis'e" geçişi temsil edecektir.[35]

Bu ortak üretim yeni olanaklar yaratır, ancak olumsuz anlamda kesintiye uğradığı yerde molar düzeyde kapılma riski de taşımaktadır. "Çokluk", siyasal anlamda gücü ifade eder. Daha önce de değinildiği şekli ile güç iktidardan farklı olarak kurucu nitelikler taşımaktadır. "Posse"[36] çokluğun meydana getirme ve olma tarzıdır.[37] Hardt ve Negri "çokluğun" örgütlenmesine dair hazır reçeteler sunmaktan kaçınır. Ancak "çokluğun" genel taleplerini sıralarlar; herkes için yurttaşlık hakkı, iletişim kurma, diller oluşturma ve iletişim ağlarını kontrol etme ve toplumsal iktidar olarak, iktidarın temelinin herkesin ihtiyaçlarına göre belirlenmesi temel taleplerdir. Posse bu talepler etrafında yeni bir toplumun kurucu gücü ve edinimidir. "Çokluğun" örgütlenme modeli ancak, edinimleri sonucu açığa çıkan deneyler yoluyla oluşacaktır.

Özetle çokluk, felsefi anlamda bir içkinliği, ekonomik anlamda sınıfı, politik düzeyde ise gücü temsil etmektedir.

Kaynakça

  1. Farkları bir özdeşliğe indirgenemeyecek, farklılığı baki kalan bir toplumsal özne.
  2. Ahmet Murat Aytaç, Kitlelerin Ruhu, Ankara: Dipnot, 2011, s. 28.
  3. A. Murat Aytaç, 2011, s. 29.
  4. "Arşivlenmiş kopya". 30 Haziran 2016 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 13 Temmuz 2016.
  5. Thomas Hobbes, Yurttaşlık Felsefesinin Temelleri, Çev. Cihan Deniz Zarakolu, İstanbul: Belge, 2014, s. 29.
  6. Hobbes, 2014, s. 34.
  7. Hobbes, 2014, s. 83.
  8. Hobbes, 2014, s. 83-84.
  9. Güçlü Ateşoğlu ve Eylem Canaslan, Spinoza İle Karşılaşmalar, İstanbul: Ayrıntı, 2015, s. 205.
  10. Ateşoğlu ve Canaslan, 2015, s. 205.
  11. Hobbes, 2014, s. 87-88.
  12. Hobbes, 2014, s. 88.
  13. Baruch Spinoza, Teolojik-Politik İnceleme, Çev. Cemal Baki Akal-Reyda Ergün, Ankara: Dost, 2012, s. 231-233.
  14. Baruch Spinoza, Politik İnceleme, Çev. Murat Erşen, Ankara: Dost, 2012.
  15. Ateşoğlu ve Canaslan, 2015, s. 206.
  16. Spinoza, Teolojik-Politik İnceleme, s. 243-272.
  17. Ateşoğlu ve Canaslan, 2015, s. 207.
  18. Töz: Kendi başına var olan ve kendisi ile tasarlanan, yani kendisini teşkil edecek başka hiçbir fikrin yardımı olmaksızın hakkında bilgi edinebildiğimiz şey. Kendi kendisinin nedeni. Detaylı bilgi için bkz. Baruch Spinoza, Ethica, Çev. Hilmi Ziya Ülken, Ankara: Dost, 2014, s. 31.
  19. “Töz” ile ilgili detaylı bilgi için bkz. Spinoza, 2014, s. 32.
  20. Spinoza, 2014, I. Bölüm, Ö.XXVIII, s. 59.
  21. Spinoza, 2014, s. 137.
  22. Ateşoğlu ve Canaslan, 2015, s. 208.
  23. Michael Hardt ve Antonio Negri, Çokluk, Çev. Barış Yıldırım, İstanbul: Ayrıntı, 2011; Michael Hardt ve Antonio Negri, İmparatorluk, Çev. Abdullah Yılmaz: İstanbul: Ayrıntı, 2012.
  24. Hardt ve Negri, 2011, s. 114.
  25. Bkz. Hardt ve Negri, 2012, s. 43-49.
  26. Bkz. Hardt ve Negri, 2012, s. 49-52.
  27. Hardt ve Negri, 2011, s. 120.
  28. Hardt ve Negri, 2011, s. 122.
  29. Hardt ve Negri, 2011, s. 128.
  30. Hardt ve Negri, 2011, s. 158-159.
  31. Hardt ve Negri, 2011, s. 153.
  32. Hardt ve Negri, 2011, s. 162.
  33. Hardt ve Negri, 2011, s. 163.
  34. Hardt ve Negri, 2011, s. 169.
  35. Hardt ve Negri, 2011, s. 224-225.
  36. Posse: Çokluğun kuvvetini ve ereğini her zaman mümkün olana açık somutlaşmış bir bilme ve olma kudretini ifade eder.
  37. Hardt ve Negri, 2012, s. 338-339.
This article is issued from Wikipedia. The text is licensed under Creative Commons - Attribution - Sharealike. Additional terms may apply for the media files.