Modern Dünya Sistemi Teorisi
Modern Dünya Sistemi Teorisi, Immanuel Wallerstein tarafından ortaya atılmış olup küresel ekonomiyi merkez (center) ve çevre (periphery) kavramları ile bağımlılık ilişkileri çerçevesinde açıklamaya çalışmıştır.
Immanuel Wallerstein küresel dünyada ülkeler arasındaki eşitsizliğin nedenlerini açıklamaya çalışan dünyaca ünlü sosyolog ve aynı zamanda dünya sistemler analisti. Modern Dünya Sistemi adlı yapıtında 'Dünya Sistemi Teorisi' nden bahseder. Kapitalist dünya sistemi siyasal, ekonomik ve kültürel açıdan homojen olmaktan çok uzaktadır. Dünya sistemi sosyal sınıflar arasında sermayedeki artış, zamanla gelişen farklılıklar nihayetinde meydana gelmektedir.
Merkez çevre
Dünya Sistem Teorisi[1] merkez ve çevre olarak dünyayı ikiye böler ve aralarındaki ilişkiye göre değişiklik gösteren yarı çevre bölgeleri de bulunur. Merkez teknolojik gelişmelere öncülük ederken çevre merkeze olanak sağlar. Yarı çevre 'merkeze göre çevre' ya da 'çevreye göre merkez' olarak ilerler. 20. yüzyılın sonlarında yarı çevre olarak nitelendirebileceğimiz bölgeler Doğu Avrupa, Çin ve Brezilya olacaktır.
Temelini ekonomiye dayandırdığı sistemi çoklu alanlarda iç içe geçmiş parçalarını devletlerin oluşturduğu tek bir toplumu tasvir eder. Modern dünya sistemi sonsuz sermaye birikimi içgüdüsünün etkisi altındadır. Wallerstein'a göre ulusçuluk ve uluslararasıcılık kapitalizmin tarihsel süreciyle birlikte ortaya çıktı. Bunlar hem dünya sistemini destekledi hem de sistem karşıtı eylemlere yol açtı. Bu nedenle bu akımlar kimliklerini modern dünya sistemine göre şekillendirdiler. Sistem 1945 sonrası devlet birimlerini yapılandırmış ve birey-ulus devlet ilişkisini tanımlamıştır. Sistemi geliştiren bir diğer önemli etken ekonomidir. Bu ekonomi kapitalist dünya ekonomisi olarak adlandırılır. Sınırsız sermaye birikimini gerçekleştirip ardından bu sermaye birikimini bölgesel alanlara genişletip iş gücü en iyi şekilde kullanılmaktadır. Bu sistem farklı ulusal kültürlerin oluşmaya başladığı esnada ulusal farklılıkları yok etmektedir. Küreselleşme denilen kavram ekonomik, politik, kültürel birlikteliğinden oluşan bu sistemin küreselleşmesidir. Böylelikle küçük etnik grupları aşan evrensel bir yapı oluşmaktadır.
Wallerstein tek tür kültürün bulunmadığını sistem içerisinde işbirlikleri aracılığıyla kültürlerin birbirine benzeyeceğine ve zamanla tek tip hale geleceğini savunmaktadır.[2]
Tarihsel Süreç
Teorinin tarihsel sürecine bakacak olursak 16.yy'da Avrupa'da doğmuş ardından 19.yy'da tüm dünyayı iş gücüne ekleyerek yayılmıştır. Wallerstein Kondratieff'in uzun dalgalar modelini benimsemiş bu yönde ilerlemiştir. Bu model arzdaki istikrarlı değişimin, talepteki istikrarsız değişimin birleşmesi sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu süreçte siyasal bağlantılar da etkili olmuştur. Sanayileşme ile birlikte kapitalist dünya-ekonomi gücünü artırmıştır. Aynı zamanda gelişen düzenli ticaret, sanayi ve hammadde arayışı sınırlı eski pazarlardan uluslararası yeni pazar arayışlarına yönelmeyi sağlamıştır. Bu sayede ihtiyaçlar yeni pazarlardan karşılanmaya başlamıştır. Dünyadaki en önemli ekonomiye ev sahipliği yapan Rusya 19.yy'da yarı-çevre evresinde bir devlettir.
Sistem üç yapıdan oluşmaktadır. Merkez, çevre ve yarı çevre. Bu yapısal durumların farkındalığına baktığımızda temelde güç dengesinin belirleyici olduğunu görüyoruz. Örneğin; Batılı devletler ve Batılı olmayan devlet yapılanmaları ya da güçlünün zayıfa yani merkezin çevreye uygulamış olduğu baskı olarak nitelendirme yapılabilir. Toplumsal yapıdaki üst, orta ve alt tabakalar kapitalizmin oluşturduğu bu sistemde merkez, yarı-çevre ve çevre olarak şekillendirilmiştir. Aynı emek oranları bölgesel değişikliklere göre farklı değerler üretmektedir. Böylelikle devletler nezdinde eşitsiz bir burjuva-proletarya dağılımı meydana gelmektedir. Merkez, kapitalist dünya-ekonomiden en çok fayda sağlayan yapıdır. Buradaki kapitalistler çevre bölgelerdeki üreticilerin emeğini kullanarak az gelişmişliği ve kademeli olarak gerçekleşen ekonomik krizlerin sürdürülmesinde katkılı olmuşlardır. Wallerstein'a özgü olan yarı-çevre kavramı merkez ve çevre arasında güçlendirici ya da tam tersi işlev gören önemli bir kavramdır. Kutuplaşmalarda belirgin ve dengeleyici olan bu unsur hem sömüren hem de sömürülen taraftadır. Merkez gibi fayda sağlamaz, çevre gibi hammadde üretmez yani çoğunlukla ara mal üretme görevini üstlenmektedir. Bu üç yapı arasında zaman zaman hareketlilikler gözlenmektedir fakat kapitalizmin özü baz alındığında bu hareketlilik yapılar arasında sıfır etki göstermektedir. Modernleşme kuramına göre her devletin merkeze girebilme gücü olsa da kapitalist dünya-ekonominin işlevselliğini bozmamak adına bu olay gerçekleşmemektedir. Dolayısıyla sistem eşit koşullarda yarışma özelliğine sahip bir sistem değildir.
Wallerstein yaptığı bu analiz sayesinde övgüler kadar yer yer eleştirilere de maruz kalmıştır. Örneğin 16.yy'dan başlayan kapitalist dünya-ekonomisi bu tarihten önce neler olduğunu merak etmeye yol açmıştır. Wallerstein'in sermayeyi kapitalizmin merkezine yerleştirmesi onun Marx'tan esinlendiğinin en açık göstergesidir.
Dünya sistem analizi dünyayı anlayıp yorumlamamızda önemli ve değerli bir ölçüt haline gelmiştir.
Teori Hakkında
Bir kurumsal yapı olarak devletin modernliğinin bir anlamda hem devletin birey ve toplum ile kurduğu ilişki biçiminde, hem de birey ve toplumun devlet ile kurduğu ilişki şeklinde olduğunu söyleyebiliriz. Devlet ile sivil toplumun ayrışması, geleneksel devlet-birey/birey-toplum ilişkilerini değiştirmiş ve devletin kurumsallaşması yolunda önemli bir ilk modern adım olarak ortaya çıkmıştır. Bütün bu tarihsel durumlar, modern devletin düşünsel kökenleri hakkında bir takım çıkarmalarda bulunma imkânı vermektedir. Devletler, işleyişlerinde uymak zorunda oldukları bir dizi kural ve onsuz yaşamlarını sürdüremedikleri bir dizi meşrulaştırıcılardan oluşan bir devletler arası sistemin ayrılmaz bir biçimi olarak gelişmiş ve biçimlendirilmiştir. Devletler arası sistemin kuralları kuşkusuz, rıza ya da fikir birliği yoluyla değil, kuvvetli devletlerin kuralları daha zayıf devletlere, başka bir şekilde ise birbirlerine dayatma isteği ve yetkisiyle uygulanmaktadır. Devletler hiçbir şekilde özerk varlıklar olamazlar, ama daha çok modern sistemin başlıca kurumsal özelliklerini oluştururlar. Bazı devletler diğerlerine göre daha fazla güçlü durumdadırlar. Bu yüzden egemen devletlerin sahip olduğu kapitalist ekonomik üretim tarzının dönemsel olarak geçirdiği krizler ve kendi aralarındaki çekişmeler dünya sisteminin kusursuz işlemesini önler. Dünya sistemi ekonomik temele dayandırılır, fakat bunun haricinde sistemin ideolojisini ve kültürel alt yapısını da vurgulamaktadır. Bu yüzden bir bütün olarak, politik, sosyolojik ve tarihsel bir dünya sistemi kuramı ortaya koyar. Bu olaylar özelinde birbirinden bağımsız gibi görülen ve daha çok yerel etkiler ve sonuçlarmış gibi algılanan ekonomik, siyasal ve kültürel olayları ve ilişkileri büyük bir yapı içinde birbirine bağlayarak, sistematik hale getirmek üzerine kuruludur. Bu bir anlamda, ekonomi, siyaset ve kültür gibi çeşitli alanlarla birbirine bağlanmış, işlevsel parçalarını devletlerin oluşturduğu büyük ve tek bir toplumu tasvir etmeye çalışmaktadır. Dünya sistemi öncelikle kapitalist dünya ekonomisine dayanır. Kapitalist dünya ekonomisi, belli üretim türlerinin yani kapitalist üretim tarzının, tarihsel bir süreç içinde sermaye birikiminin belli sınırlı bölgelerde yoğunlaşmasına dayanan, hiyerarşik bir dağılım eşitsizliğini içeren sistemdir. Bu yoğunlaşma, kapitalist tekellerin ayakta kalmasını güvence altına almaya çalışacak olan devlet yapılarının desteklenmesini mümkün kılmaktadır. Ancak tekeller doğaları gereği kırılgan olduklarından modern dünya sisteminin bu yoğunlaşma merkezleri, tarih boyunca bazen sabit, bazen süreksiz ve sınırlı olmuştur. Yeniden konumlanmanın değişim mekanizmaları döngüsel ritimler olan kondratiyef döngülerdir. Bu döngüler, 50-60 yıllık dönemlerde kâr kaynaklarının, üretim ve finans alanları arasındaki dönüşümünü ifade eder. Bu döngüler, ekonomik gelişimlerle ve siyasi gelişimlerle paralellik gösterir. Örneğin, Berlin duvarının yıkılışı ve sonrasında SSCB’nin dağılışı komünizmlerin ve modern dünyada ideolojik bir güç olarak Marksizm-Leninizm’in çöküşü olarak değerlendirilmiştir. Bu olaylar, doğrudur ve bir ideoloji olarak liberalizmin nihai zaferi olarak da kutlanmıştır. Ancak bu zafer algısı gerçekliğin tamamen yanlış algılanmasıdır. Tam tersine aynı olaylar daha da büyük ölçüde liberalizmin çöküşünü ve liberalizm sonrası dünyaya kesin olarak gelişimizi göstermektedir. Wallerstein’in tarihsel sosyolojisine göre liberalizm, Fransız devrimi sonrasında tarih sahnesine çıkmış, başlangıçta sadece bir kaç devlette hakim olmuş, daha sonra dünya sisteminde egemen ideoloji olarak hızla zafere yükselmiştir ve son birkaç yılda aynı derecede ani bir biçimde tahttan iniş sürecine girmiştir. Aslında söz konusu yılı 1789-1989 döneminin, yani modern dünya sisteminin küresel ideolojisi, jeokültürü olan liberalizmin zaferi ve çöküşü, yükselişi ve giderek ölüşü döneminin sonu olarak değerlendirmek daha doğru olacaktır. Bu şekilde 1989 yılı çoğu insanın Fransız Devrimi sloganlarının bugün ya da yakın gelecekte gerçekleşecek olan tartışmasız tarihsel gerçekliği yansıttığına inandığı bir siyasal kültürel dönemin sonunu gösterecektir.
Liberalizmin, Fransız devriminin başlattığı siyasi çalkantılara dayanan kökleri enine boyuna tartışılmıştır. Çoğu çözümlemeci, liberalizmin Avrupa’da 1914 itibarıyla zafere ulaştığına hem fikirken bazıları o dönemden itibaren çöküşün başladığını ileri sürmektedir.
Modern dünya sistemi kapitalist bir dünya ekonomisidir ve sonsuz sermaye biriktirme dürtüsünün hükmü altındadır. Bu dünya sistemi yüzyıllar içinde genişleyip dünyanın diğer bölümlerini de sırasıyla kendi yarattığı iş bölümü içine dahil etmiştir. Bu iş bölümü Avrupa, Rusya, Uzak Doğu ve Afrika’yı içermektedir. Wallerstein 1945-1990 dönemi dünya sisteminin temel özelliklerini ve iş bölümü içindeki geniş coğrafyanın ABD ile ilişkilerini dört noktada toplamaktadır. Birinci nokta dünya sisteminin çatısının oluşmasıdır, ABD bu dönem (1945-1990) içinde tek kutuplu bir dünya sistemindeki hegemonik güçtür, 1945’ten itibaren ekonomik verimlilikte sağladığı ezici üstünlüğe ve Batı Avrupa-Japonya ile kurduğu ittifak sistemine dayanan gücü 1967-1973 civarında doruğuna ulaşmıştır. ABD askerî ve ekonomik avantajını hızlı bir biçimde kurumsallaştırarak, yaklaşık yirmi beş yıl boyunca dünya siyaset ve ekonomi arenalarında tüm önemli kararları fiilen kontrol etmesini ya da yönlendirmesini mümkün kılan bir hegemonya yaratabilmiştir. İkinci nokta sistemin yapısıyla ilgilidir, bu dönemde (1945-1990) ABD ile SSCB, SSCB’nin ABD’nin bir alt-emperyalist ajanı olarak hareket ettiği, üst düzeyde yapılaşmış, özenle dizginlenen, biçimsel olarak bir çatışmaya girmişlerdi. Benzer biçimde ABD ile SSCB ilişkisinin yüzeydeki görüntüsü başka, altında yatan gerçeklik başkaydı. Bunlar, toplumun iyiliği konusunda, tarihsel gerçekliğin oldukça farklı yorumlarına dayanan alternatif vizyonları temsil etmekteydi. SSCB bölgesinde düzen ve istikrarı garanti etmeye çabalarken, aslında ABD’nin dünya çapındaki hegemonyasını sürdürme becerisini geliştiren koşullara yardımcı olmuştur. Üçüncü nokta sistemin çevresiyle (periferisiyle) ilgilidir, üçüncü dünya, kuzey ülkelerinin öngördüğünden ve dilediğinden daha erken bir dönemde, daha eksiksiz haklar talep ederek, ABD, SSCB ve Batı Avrupa’nın dikkatini çekti. 1945’te hiç kimse üçüncü dünyayı, dünya sahnesinde ciddiye alınacak bir siyasi aktör olarak görmüyordu. Kuşkusuz ABD’nin üçüncü dünyaya yönelik bir programı vardı. Bu, 1917’de Woodrow Wilson tarafından ilan edilmişti ve ulusların kendi kaderini tayini diye adlandırılıyordu. Leninizm birçok açıdan Wilsonculuğun kılık değiştirmiş haliydi. Wilsoncu programla özünde aynıydı. Çünkü Leninizm’de Wilsonculuk gibi önce yeni bir egemenlik kuracak siyasi değişimi, daha sonra etkin bir devlet bürokrasisinin kurulmasını, üretim sürecinin geliştirilmesini (sanayileşme) ve bir toplumsal altyapının oluşturulmasını içeren ekonomik değişimi hedefliyordu. Wilsoncuların hem de Leninistlerin vadettiği sonuç, arayı kapatmak, zengin ve yoksul ülkeler arasındaki uçurumu ortadan kaldırmaktı. Son nokta sistemin krizidir, 1970’ler ve 1980’ler, küresel bir ekonomik durgunluk, ABD’nin yaklaşan düşüşe direnişi ve üçüncü dünyanın kendi stratejisinden ötürü hayal kırıklığına uğrama dönemiydi. 1970’te ABD gücünün zirvesine ve sınırına ulaşmıştı. Erimekte olan altın rezervleri onu, sabit altın-dolar paritesini terk etmeye zorladı. Tam Kondratiyef B safhasına girildiği sırada, Batı Avrupa ve Japonya’nın ekonomik büyümesi artık ABD’nin verimlilik düzeylerini yakalamış ve geride bırakmaya başlamıştı. Daha doğrusu düşüşün temel kaynağı bizzat küresel üretimin gelişmesiydi.
Jeopolitik, Jeokültür ve Kalkınma
Wallerstein’e göre jeopolitik, bütün dünya coğrafyasını içine alan ve bir dünya sisteminin işlevsel parçaları olarak çalışan hegemonik ülkelerin dünyasını ifade eder. Tarih boyunca, belirli dönemlerde jeopolitiği belirlemiş hegemonik ülkeler olmuştur, “kapitalist dünya ekonomisinin temel yapılarından biri dünya sistemi içinde hegemonyaların çevrimsel yükseliş ve çöküşleridir”. Hegemonyaların sonuncusu ABD hegemonyasıdır ve İngiltere’nin iktisadi üstünlüğünün sona ermesiyle, yani hegemonyasının sona erdiği dönemle başlar. Bu dönemin jeopolitiği, ABD, Rusya ve Almanya’nın güçler dengesi içinde sürdürdüğü şiddetli ve belirsiz ittifak değiştirmelerinin yaşanması şeklindeydi. Bu güçler arasındaki rekabet ve ittifaklar uzun yıllar, Afrika, Güneydoğu Asya, Pasifik, Osmanlı, Çin, Meksika, Güney Amerika, Karaibler gibi dünya ekonomisinin çevre (periferi) ve yarıçevre bölgelerinde yani Avrupa dışı dünyada ve ülkelerde sürdü. Wallerstein, son dönem jeopolitiğin belirlenmesinde Fransız Devriminin etkisine işaret eder, “Fransız devriminin kapitalist dünya ekonomisine başlıca etkisi, sermayenin sonsuz birikimiyle en fazla uyumlu bir değer sisteminin kültürel bakımdan olgunlaşması oldu, bu olay siyasi bilinci dönüştürdü”. Bu kültürel gelişme ve zihinsel dönüşüm kapitalist zihniyet dönüşümüydü ve aynı zamanda jeokültürün arka planını oluşturmaktaydı. Kapitalist dünya ekonomik düzeninin kültürel boyutu burada gizliydi. Fransız devrimi ve sonrasında ortaya çıkan siyasi akımlar aynı zamanda kapitalist kültürü sağlamlaştırdı. Muhafazakarlık da, liberalizm ve sosyalizm de Fransız devriminin sosyo-kültürel değerleriyle zenginleştirilmiş olan aşırı üretmeyi ve kalkınmayı amaçlıyordu.
Dünya ekonomik tarihine bakıldığında en azından 16. yüzyıldan beri Avrupalı düşünürler ülke zenginliğinin nasıl artırılacağını tartışmakta ve hükümetler bu zenginliği korumak ve geliştirmek için uğraşmakta ya da kendilerinden bu konuda adımlar atmaları istenmektedir. Bundan açıkça anlaşılıyor ki, her devletin yüksek bir ulusal gelir seviyesine ulaşabileceği ve sonunda da muhtemelen ulaşacağı, kapitalist dünya ekonomisinin temel bir ideolojik temasıydı; bilinçli, akılcı faaliyetin bunu gerçekleştirebileceğine inanmaktaydı. Bu inanç, aydınlanmanın önemli, kaçınılmaz ilerleme temasına ve cisimleştirdiği insanlık tarihine ilişkin teleolojik bakışa çok uygundu. Bu sebeplerle Wallerstein için Wilsonculuk ve Leninizmin ekonomi-politiğine bir kere daha değinmekte fayda vardır. 1917 yılı genellikle modern dünya sisteminin tarihinde ideolojik bir dönüm noktası olarak kabul edilir. Mevcut dünya düzeninin jeokültürünün en ciddi tepki çeken itici noktası ve yumuşak karnı, Batının maddi medeniyet ideolojisi ve Avrupa merkezciliğidir. Bu ideolojilerle Batılılar kendi değerlerini evrensel değerler olarak tanımlamak suretiyle özel değerlerini dünyanın geri kalanına empoze etmişlerdir. Bu durum özellikle çevre ülkelerde tepkiyle karşılanmıştır. Anti-emperyalist hareketlerin zihinsel arka planı budur.
Jeokültür Açısından Tek Dünya Kültürü ve Küreselleşme
Wallerstein kültürü, kültürün tek tipleşmesini ekonomik ve siyasal temelli dünya sisteminden ayırmaz. Kültür ve küreselleşme ilgili analizini kapitalist eğilimlerin yönettiği dünya sistemine dayandırır. Modern dünya sisteminin jeopolitiği ve jeokültürü, iş ve yaşam biçimlerini tek tipleştirmek, böylece bir küresel sistem kurmaktır.
Küreselleşme tartışmaları içinde kültür, ekonomik organizasyonlar kadar önemli yer tutar. Kültürün toplumları farklılaştırması, ulusal çatışmalara sebebiyet vermesi dışında, dünya sistemi çerçevesinde benzeştiği noktasında görüşler ileri sürülmektedir. Bu benzeşmeyle ilgili olarak ileri sürülen görüşlerden ilki, tek dünyaya giden doğrusal yönelim tezidir. Başlangıçta dünyanın oldukça çok sayıda ayrı ve ayırt edici özellikleri olan gruplardan oluştuğu savunulmaktadır. Zamanla etkinlik alanı yavaş yavaş genişlemiş gruplar, azar azar birleşmiş, bilim ve teknolojinin de yardımıyla tek bir dünyaya, tek bir ekonomik dünyaya, tek bir kültürel dünyaya doğru yol almaya başlamıştır. Wallerstein’e göre kültür konusunda henüz bu noktaya ulaşmış değiliz. Ancak gelecekte tek kültüre geçiş berrak bir şekilde önümüzde görülmektedir. Wallerstein modern dünya sisteminde kültürlerin temeli olan ulus devletleri tanımlarken Marks ve Engels’in Komünist Manifesto’daki yaklaşımına işaret eder. İşçilerin vatanının olmadığı görüşü, kültürel kimliklerin belirlenmesinde ulusal kültürün yerine modern dünya sisteminin etkisi olduğu düşüncesini destekler. Wallerstein’e göre, hem ulusculuk hem de uluslararasıcılık kapitalizmin tarihsel süreciyle ortaya çıktı. Bu akımlar, hem dünya sistemini destekledi hem de sistem karşıtı hareketlere dayanak oldu. Bu nedenle bu ideolojik akımların kimlik duygusu, kökenini özgün tarihsel kültürden almadı.
Kültürün de dahil olduğu bir dünya sisteminde tüm ulusları veya bölgeleri bu sosyo-kültürel sisteme dahil etmek, her parçasını aynı biçimsel özellikleri paylaşır hale getirmek ve kolay değişebilen sınırların oturmasını sağlamak birkaç yüz yılı aldı. Avrupa devlet sisteminin pekiştirildiği yıl olan 1648 ile karşılaştırıldığında dünya sisteminin 1945 sonrası evresi bir hukuki berraklık ve istikrar modelidir. Gelişme sürecinde bu sistem yalnızca devlet birimlerini yapılandırmakla kalmamış, aynı zamanda her bireyin ulus devletle olan ilişkisini tanımlamıştır. Sistemin gelişmesinde başka bir gerçeklik ekonomik gerçekliktir. Modern dünya sistemimiz kapitalist bir dünya ekonomisidir. Kesintisiz sermaye birikimine öncelik vererek iş görmektedir ve bu sermaye birikimi coğrafi açıdan çok geniş bir iş bölümü yaratıldığı için en verimli şekilde kullanılmaktadır. Günümüzde dünya çapında bir iş bölümü söz konusudur. Bir iş bölümü akışları, meta akışlarını, sermaye akışlarını, emek akışlarını gerektirir.Bu, devlet sınırlarının geçirgen olduğu anlamına gelmektedir. Wallerstein, farklı veya kendine has kültürlerin varlığını vurgulamaktadır. Kültürlerin ulusal sınırlar içinde farklılıklarını koruyarak sürdürüldüğünü düşünür. Dolayısıyla kendiliğinden ortaya çıkmış tek tip bir kültürden söz etmemektedir. Küresel ekonomi içindeki akışlar, işbirlikleri ve sistemin kendisi kültürlerin birbirine benzemesine ve zamanla tek tipleşmesine sebep olacaktır.
Sonuç
Immanuel Wallerstein’ın dünya sistemi kuramı, kapitalist ekonominin küresel hakimiyetine dayanır. Ancak sadece ekonomi değil siyaset ve kültür de sistemin parçalarıdır. Modern dünya sistemi kuramında siyaset ve kültür, sistemin jeopolitiği ve jeokültürünü belirler. Kapitalist ekonomide meydana gelen krizler sistemin revize edilmesini gerektirir. Dünya sistemini ortadan kaldırmasa da değiştirmesi beklenen, sistem karşıtı hareketler ve bu hareketlerin ortaya çıkardığı alternatif siyaset veya kültür değil, belirli dönemlerde yaşanan kapitalist ekonominin krizleridir. Üretim biçimlerindeki konratiyef döndülerdir. Wallerstein, modern dünya sisteminin ekonomik bakımdan bir kriz döneminde olduğunu ve bu kriz döneminin ciddi etkilerinin olduğunu düşünmektedir. Bu durumun farkında olan dünya sisteminin öncü ülkeleri, 2000-2050 yılları arasında sanayi sektörlerini ayakta tutabilmek için mikro işlemciler, genetik mühendisliği ve yeni enerji kaynaklarını geliştireceklerdir. Fakat bu girişim sanayi ve teknoloji üretimindeki gibi yüksek kâr getirmeyecektir. Wallerstein, makro sosyoloji, tarihsel sosyoloji ve toplumsal değişim konularında sosyal bilimler alanında çok önemli etkilere sahiptir. Ortaya koymaya çalıştığı modern dünya sistemi tarihselciliği ve ideolojik içeriği nedeniyle eleştirilse de Wallerstein, toplumsal olayların açıklanmasında büyük yapılara yaptığı vurgu ve bunları mikro ölçekli olaylarla destekleyebilmesi nedeniyle sosyal bilimler alanında makro sosyolojik yönteme olan ilgiyi artırmıştır.
Wallerstein’ın dünya sistemi analizinin temel özellikleri şunlardır: işbölümü ve sınıfsal bölünmeler evrensel olgulardır; ekonomi hâkim olan unsurdur; dünya sistemi merkez, yarı çevre ve çevreden oluşmaktadır ve son olarak sürekli ama tek yönlü bir değişim söz konusudur. Wallerstein devlet ve toplum yerine tarihsel bir sistem olan “dünya sistemini analiz birimi olarak önermektedir. Böylelikle tarihsel anlamda açıklanan dünya sistemi modern anlamdaki toplumu açıklamada ve anlamada etkili olacaktır. Wallerstein’a göre dünya bağımsız toplumların ya da ulus devletlerin toplamından ibaret değildir. Wallerstein, tarihsel olarak incelendiğinde dünya imparatorlukları ve dünya ekonomileri olmak üzere iki tane dünya sisteminin varlığından söz etmektedir. Dünya imparatorlukları kendi bütünlüklerini askeri alandaki stratejileriyle güçlendirirken ve yönetim biçimlerini de bu anlayaşa yöneltmişlerdir. Dünya ekonomilerinin bütünlüğü ise sadece ekonomiye dayanmaktadır. Wallerstein dünya sistem analizini gerçekleştirirken bu iki yaklaşımı toplumsal alanda birleştirmeyi amaçlamaktadır.
Kaynakça
- "Arşivlenmiş kopya". 9 Ekim 2019 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 25 Nisan 2020.
- http://static.dergipark.org.tr:8080/article-download/imported/5000177163/5000159085.pdf%5Bölü/kırık+bağlantı%5D?
- "Arşivlenmiş kopya" (PDF). 28 Temmuz 2018 tarihinde kaynağından (PDF) arşivlendi. Erişim tarihi: 26 Nisan 2020.
file:///C:/Users/acer/Downloads/DUNYA_SISTEMI_KURAMI_IMMANUEL_WALLERSTEI.pdf [1]