Şehir

Şehir veya kent en büyük yerleşim birimi.

Etimolojik kökeni

Soğdca kökenli olan kent ("kend") ve aslen Farsça olan şehir sözcükleri Türkçede aynı anlama gelecek şekilde kullanılır. Orta Asya Türklerinde "Taşkend", "Semizkend" (Semerkant), "Yarkend" örneklerinde olduğu gibi birçok büyük şehir bu adlarla anılmıştır.[1] Eski Türkler bu sözcüğü Soğdlardan almadan önce şehir kelimesi karşılığı olarak "balık" kelimesi kullanılırdı. Bu kelime şehirleri korumak için yapılan surların yapıldığı "balçık" ile yakın ilişkilidir.[1] Kent sözcüğü birçok dilde uygarlık anlamına gelen sözcüklerle ifade edilmiştir. Örneğin Yunanca'da "polis", Arapça'da "medine", Fransızca'da "cite", İtalyanca'da "citta", Almanya'da "stad" ve Saksonya'dan İskandinavya'ya kadar kale ya da oturma alanı anlamında "burgh". Latince'de ise yurttaşlık anlamındaki "urbs" ve "civitas" sözcükleriyle tanımlanır.[1][2]

Kent tüzel ve yönetimsel olarak da kullanılagelen bir terim olmakla birlikte insan yerleşkesi dolayısıyla, kasaba, köy gibi birimlerden daha fazla nüfusu barındıran ve daha karmaşık bir yapıdır. Şehir ile kent aynı anlamdadır, il veya vilayet ise şehir veya kentin yanı sıra belirli bir alandaki orman, otlak, dağ, köy, bataklık, göl gibi bütün coğrafi unsurları içermektedir.

Tanım

Kent tarihin değişik dönemlerinde değişik anlamlara sahip olmuş, dinamik bir kavramdır. Bu yüzden genel bir geçerliği olacak şekilde tanımlamak oldukça zordur.[3] Ayrıca sosyologlar, tarihçiler, şehir plancıları, hukukçular, iktisatçılar vb. kendi disiplinlerinin kavrayışı çerçevesinde farklı tanımlar getirirler. Tanımlar nüfus büyüklüğü, idari statü, nüfusun yapısı, iş bölümü ve uzmanlaşma, örgütlenme biçimi, işlev alanındaki farklılaşma, iş gücünün sektörel dağılımı, fiziksel doku, üretimin yapısı gibi farklı ölçütler kullanarak bu tanımlamalar yapılmaktadır. Tek başına bir tanım yeterli olmasa da şehir tanımı hukuki, ekonomik ve toplumsal bir birim olarak tanımlanır. Buna göre bir kent aşağıdaki özelliklere sahiptir denebilir.[1]

  • Belli bir nüfus büyüklüğüne ulaşmış olma
  • Tarımsal üretimden daha ileri bir üretim düzeyine geçmiş olması (günümüz için sanayi ve hizmet sektörleri)
  • Fiziksel altyapısının belli bir düzeye ulaşmış olması
  • Geleneksel aile yapısının çözülüp yerini çekirdek aile yapısına bırakması
  • Nüfusun karmaşık bir iş bölümüne ve yüksek uzmanlaşmaya ulaşması
  • yerel değerlerin yerini ulusal veya evrensel değerlerin alması
  • geleneksel ilişkilerin çözülüp bireysel ilişkilerin ön plana çıkması
  • eğitim düzeyinin kırsal yerleşime göre daha yüksek olması, eğitimde aile dışı kurumların gelişmesi
  • sosyal normlaırn yerini resmi denetleme kurumlarının alması

Nüfus kriteri ülkeden ülkeye değişir. Örneğin Japonya'da 30.000, Kore'de 40.000, ABD'de 2.500 kişilik nüfus kriteri istenir. Türkiye'de farklı kurumların kent kriterleri dahi değişiklik gösterir. Devlet İstatistik Enstitüsü 20.000 kişinin yaşadığı yerleri kent kabul ederken, Bayındırlık ve İskan Bakanlığı 10.000 kişinin yaşadığı yeri kent kabul eder.[1]

Yerleşim alanının fiziksel alt yapısındaki gelişmişlik de önemli bir kriterdir. Okullar, acenteler, ticaret odaları, siyasi partileri, sendikaları, kredi kurumları, fabrikaları, gazeteleri, bulvarları, hayvanat bahçeleri, parkları, oyun alanları, gecekonduları vb. kentlerden ayrı düşünmek mümkün değildir. Kentler bir insanlar topluluğu, kamu hizmetleri, kurumlar ve idari aygıtlar toplamından daha fazla bir şeydir. Yani sadece yoğunlaşmış bir yapı ve insan topluluğunun ötesinde bir şeydir. Kentlerde oluşan bir kültür ve değer yargıları, kentlerin görülmeyen ama hissedilen özelliğidir.[1]

Durkheim, insan topluluklarını "basit cemiyetler" ve "karmaşık cemiyetler" olarak iki gruba ayırır. Basit cemiyetlerde "mekanik dayanışma", karmaşık cemiyetlerde "organik dayanışma" temel olur. Bu ayrımda basit cemiyetler "köyü", karmaşık cemiyetler ise "kent"i tanımlarlar. Basit cemiyetler kendine yeten, gelişmiş bir iş bölümüne ihtiyaç duymayan, uzmanlaşmanın az olduğu topluluklardır, buralarda bireylerin düşünce ve inanç sistemleri de homojenlik gösterir. Kentlerde ise nüfus yoğunluğu artmış ve daha karmaşık bir organizasyona ihtiyaç duyulmuştur. İş bölümü ve uzmanlaşmanın arttığı bu yerlerde organik dayanışmaya ihtiyaç duyulur, yani toplumsal ilişkiler sözleşmeler yoluyla sağlanır. Bu yaklaşıma göre kent "birbirleriyle karşılıklı etkileşim içinde bulunan ve birbirlerine sıkı işlevsel bağlarla bağlı uzmanlaşmış parçalardan meydana gelen yerleşme merkezi" olarak tanımlanabilir.[3]

Mohenjo-Daro, İndus Vadisi Uygarlığı'nın bu önemli kenti M.Ö. 3000'de standart büyüklükte tuğlalar kullanılarak aynı ızgara sisteminde altı defa yeniden inşa edildi.
Teotihuacan, Mayalar'ın başkentine bu havadan bakış Güneş Piramidi ve Ay Piramidinin kentin sokak sisteminin omurgasını oluşturduğunu gösterir.

Antik dönem

Tarihte kentleşmenin kökleri 10.000 yıl kadara geriye gider. Erken dönem Antik kentler Mezopotamya ve Mısır'da M.Ö. 6000, Hindistan'da İndus Vadisinde, Çin'de ve Girit'te M.Ö. 4000'de ortaya çıktılar. Bu yerleşimlerde nüfus günümüze göre az olsa da, örneğin Mohenjo-Daro'nun nüfusu 20.000'e yaklamıştı.[4] Yine İndus Vadisi Uygarlığına ait olan Harappa'nın nüfusu belki daha da kalabalıktı. Antik kentler politik imparatorluklar içinde içinde kilit noktalar olarak yer aldılar. Diğer şehirler kara ve su yollarıyla bu merkezlere bağlıydı. Kentler bilgi, güçi kontrol gibi kaynakların toplanma merkezi idi.[4]

Antik kentlerdeki barınma koşulları sağlıklı değildi. Gideon Sjoberg'e göre bu şehirler kendi hinterlandında güç alanıydı, ticaret için değiş tokuş yeriydi, iş bölümünde karmaşıklaşmış ve işlevsel düzenlemeler oluşmuştu. Bu şehirlerin temsili bir işlevi olduğu için, ayırt edici bir takım semboller ve mekan modelleri kullanılırdı. Örneğin Antik Babil'deki Ur kentinde cennetler ve şehir arasındaki geometrik ilişkileri gösteren kozmolojik kodlar kullanılmş ve bu kodlar kutsal ve dünyevi mekanları belirlemiştir.[4] Atina da benzer şekilde kozmolojik kodlara göre inşa edilmiştir. Kent Tanrıça Athena'yı onurlandırmak için kurulmuştu. Bir dair şeklindeydi ve merkezinde dünyanın ve yaşayan insan topluluğunun merkezi olan Agora vardı. Sokaklar bu merkezden yayılan ışınsal bir ağ şeklinde düzenlenmişti. Bu düzenlemenin nedeni pazara erişim gibi ekonomik kaygılar değil, tüm evlerin ve yurttaşların merkeze eşit uzaklıkta olması gerektiği şeklinde politik bir ilke vardı.[4]

Klasik Roma'da cumhuriyetçi fikirler Atina'dan alınmıştı. Şehir merkezine forum deniyordu. Roma askeri gücü simgeliyordu ve yükseliş döneminde bir milyondan fazla insan yaşıyordu. Roma'da bir tatlı su taşıma sistemi ve kamu yolları geliştirilmişti. Ancak yoksul ve zengin mahalleleri arasındaki kutuplaşma fark ediliyordu. Patrici'ler iktidarı ellerinde tutuyor ve üretim köle emeği tarafından yapılıyordu.

Mançu İmparatorluğunun başkenti olan Pekin de Roma'ya benzer şekilde köle emeğine dayanan bir kentti. Ming hanedanı şehir merkezinin kutsal olduğunu iddia ederek buranın girişine sınırlama getirdi ve böylece "Yasak Şehir" ortaya çıktı. Burada da gök cisimlerinin göstergeleri olarak kozmolojik semboller kullanılmıştı.[4]

Ortaçağ kentleri

Roma İmparatorluğunun gücünü yitirdiği ve Ortaçağın başlangıcı kabul edilen 4. yüzyıldan itibaren Batı Avrupa'da merkezi iktidar yerini yerel iktidarlara veya senyörlüklere bıraktı.[5] Bu dönemde Avrupa kentlerinde eski yönetsel güçler olan kent meclisleri yerini "piskoposluk kentleri"ne bıraktı. Bu dönemde hıristiyanlık dininin simgeleri kentsel gelişmeyi biçimlendirdi.[5] Henry Pirene 10. yüzyıl öncesi tarım medeniyetini tartışırken bu dönemde orta sınıf (tüccare ve esnaf) bir nüfus ve toplumsal örgütlenmeye (hukuk, kurumlar) sahip hiçbir şehrin kalmadığını iddia etmiştir. Yani 10. yüzyıla gelene kadar Batı Avrupa şehirleri tamamen dinsel otoriteye bağlı idari merkezler olmuştu.[5]

Roma devletinin çöküşü ile kentlerin nüfusu azalıp yoksullaştı. Bir zamanlar bir milyona yakın insanı barındıran Roma'nın nüfusu Karolenj döneminde 20 bine kadar geriledi.[6] 7. yüzyıldan sonra kentler arasındaki yol ağı da ortadan kalktı. Merovenj ve Karolenj devletleri için kent önemsizleşmişti, karolenj yöneticileri saraylarını kırsal bölgelere taşıdılar. Kentler dinsel yönetim merkezleri haline geldiler. Dolayısıyla Avrupa'da 10. yüzyıla kadar bu yerleşim bölgelerini kent olarak nitelemek bile doğru değildir. Bu durum ancak 10. yüzyılda ticaretin yeniden gelişmesi ile değişmeye başladı.[4] 10. yüzyıldan itibaren Avrupa'da prenslikler kaleler ve kuleler yapmaya başladı ve kentler bu kalelerin etrafında oluşmaya başladı. 11. yüzyılda kentlerdeki nüfusun artmasıyla özel mahkemeler oluştu. Ayrıca kölelerin özgürlüğe kavuşabilmeleri için kentlerde yaşamaları yetiyordu. Kent sınırları içinde bir yıl bir gün yaşayan her köle, kesin bir hak ve özgürlüğe sahip oluyordu.[1][7]

Batı Avrupa dışındaki yerlerde ise kentler güçlü imparatorlukların merkezleri olmayı sürdürdüler. Örneğin İstanbul'un nüfusu V. yüzyılın başlarında 300 bin ile 400 bin arasında idi. VI. yüzyılda kentin nüfusu 500 bini buldu. Ancak sonraki dönemlerde arka arkaya çıkan veba salgınlarından dolayı İstanbul'un nüfusu 30-40 bin civarında düşmüş olabilir. Kentin nüfusu VIII. yüzyılda hala 50 binin altında idi. Kentin nüfusu IX. yüzyıldan sonra yeniden artmaya başladı X. yüzyılda 200-250 binlik bir nüfusa ulaştı. 1204'teki Haçlı yağması şehri sarstığında nüfus 400 bin civarında idi.[8] İstanbul Osmanlıların eline geçtiğinde nüfusu oldukça azalmış, tahminen 50.000'in oldukça altında idi.[8]

İslam uygarlığında da büyük kentler varlıklarını sürdürdü. VIII. ve XI. yüzyıllar arasında Bağdat 2 milyon, Kahire yarım milyon, Şam ve Kurtuba 300-400 bine ulaştı.[1]

Geç Ortaçağ'da Avrupa kentleri

11. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar Avrupa'da önemli değişiklikler yaşandı. İstalaların yavaşladığı ve savaşların azaldığı bu dönemde nüfus artmaya başladı ve bir tüccar sınıfı ortaya çıktı. Mükemmel konumlandırılmış kaleler, topraktan koparak her yerde dolaşan bu tüccarları çekmek için dikildi.[4] İç kale duvarlarının dışında inşa edilen surlarla genişleyen yeni bir kentsel mekan oluştu ve burada yaşayanlara burgher denildi. Şehirlerde yaşayan orta sınıf anlamındaki burjuvazi bu kentlerin itici gücü oldu. Pirenne bu dönemi ticaretin canlanma dönemi olarak tanımlar. Bu dönemde uzun mesafeli deniz ticareti yeniden canlandı. Deniz ticaretinde Venedik önemli bir rol oynadı. Akdeniz dışında kuzeyde de benzer gelişmeler yaşandı. Flanders ve Brugge bu dönemin öne çıkan kentleri oldular.[4]

1800'lü yıllarda sanayi kentleri

Sanayi devrimi (1780-1880) büyük kentlerin ortaya çıkmasına neden oldu. Sanayi devrimi ile birlikte hijyenik şartlar iyileşti, gıda üretimi arttı ve çeşitlendi. Yeni teknolojiler üretim artışını sağladı. Sanayi devrimi ile birlikte kırsal alanlardan kentlere göç arttı. İş arayan ve emeğini satmak isteyen nüfus kentlere aktı.[4] Kentler üretim sürecinin merkezi haline geldi ve aynı zamanda fabrikaların kurulduğu merkezler oldular. Bankacılık, toptan satış ve ticaret, iletişim ve ulaşım ağları gibi kentsel fonksiyonlar hem üretimi hem de emek gücünü sağlayarak kentlerin gelişimini hızlandırdı.[4] Martin Daunton'a göre sanayinin gelişimi 18. yüzyılda İngiltere'de gerçekleşen kentsel gelişimin bir uzantısıdır.[4]

Antik kentlerin aksine sanayi kentleri dini veya kozmolojik kodlara göre değil, gelişigüzel düzenlendi. Bu süreçte toprak bir mala/emtiaya dünüştü. Aynı zamanda sınıf farklılıkları da kendini mekanda ortaya koymaya başladı. Şehirlerin kenar mahallelerinde işçi mahalleleri oluştu. Friedrich Engels, büzük şehirlerin kenar mahallelerinde yaşayan yoksulların yaşamlarını ayrıntılı ve çarpıcı şekilde ortaya koydu. Yoksullar pislik içindeki mahallelerde, kötü hijyen ve barınma koşullarında, gıda ve giyim gibi temel ihtiyaçlarını karşılayamaz durumda yaşıyorlardı.[4]

Weber'e göre insanların kentlerde yoğunlaşmasının nedenleri arasında öncelikle ekonomik nedenler gelir. Sanayi devrimi ile birlikte çeşitli ekonomik güçler kentleşmeyi hızlandırdı. Bu ekonomik güçleri şöyle sıralar: Buhar ve makine, ticaret, ulaşım sorunlarının çözülmesi, tarımın sanayileşmesi ve verimliliğin artması, ticari merkezlerin büyümesi, ulaşım, sanayileşme ve fabrika sistemi.[4]

Endüstri sonrası kentler

1970'lerin sonlarından itibaren dünyadaki ekonomik bunalımdan çıkış yolu olarak önerilen küreselleşme ve neoliberal ekonominin gelişmesiyle birlikte kentlerde de değişimler yaşandı. Eski sanayi ve liman alanları gibi terkedilmiş alanlarda ve tarihi ve kültürel mirasın yoğunlaştığı alanlarda yeni mekanlar üretilmeye başlandı. Yatırımcılar kamusal alanların, uzun vadede yatırım potansiyellerini artırdığını fark ederek yerel yönetimlerle anlaşmalar yapmaya ve proje alanlarının içinde kamu alanları yaratarak ticari karlarını artırmaya yöneldiler. Aynı şekilde yeni gelişen kamu alanları yerelin pazarlanmasında önemli araçlar oldu. Bu sayede futbol turnuvaları, festivaller, karnavallar, fuarlar, spor ve kültürel etkinlikler kamusal mekanları daha da popüler hale getirdi. Böylece 1980'lerden sonra kentlerde kültür merkezleri, konferans ve kongre alanları, tarihi miras alanları kentsel canlandırmanın ve kentler için yeni imgeler yaratmanın yolu oldu.[9]

Endüstri sonrası kentlerin kamu alanları, geleneksel kentlerin kamu alanlarından farklılaştı. Bunlardan biri kent dışında ya da çeperindeki konut alanlarının yakınında inşa edilen perakende satış alanlarıdır. Bunların dışında kentlerin canlanırılması için üç yeni kamu alanı türü üretilmiştir: kent içi alışveriş merkezleri, özelleştirilmiş meydanlar (corporate plazas & atria) ve yerüstü ve yer altı yaya ağlarıdır.[9]

Kent içi alışveriş merkezlerine İstanbul'da İstiklal Caddesindeki Demirören AVM, Ankara'da Kavaklıdere'deki Karum AVM örnek olarak verilebilir. Kentlilerin toplanma alanları olarak tasarlanmış bu yarı kamusal alanlar tamamen dış faktörlerden arındırılmış, mümkün olduğunca tüketimi artırma amaçlı olduğu için oturma yerleri kaldırılmış, giriş çıkışların kontrol edildiği ve belli gruplara izin verilmediği yerlerdir.[9]

Özelleştirilmiş meydanlar bina içinde ya da dışında kilitlenebilir alanlardır. İlk örnekleri 1960'larda ABD'de ortaya çıktı. İngiltere'de de özel sektör tarafından geliştirilen kamusal mekanlar yerel yönetimlere satılarak kamusal hizmet alanı haline getirildi.[9]

Yeraltı ve yer üstü yaya ağları ilk olarak 1980'lerde Kuzey Amerika'da suç oranlarının hızlı artışı nedeniyle inşa edildi. Bu ağlar özel güvenlik sistemleriyle kontrol edilen ve istenmeyen grupların sokulmadığı belirli kesimlere hizmet eden alanlardır.Toplumsal ayrışmaya, etnik ve sınıfsal tabakalaşmaya neden olduğu için eleştiriler almaktadır.[9] Bunların yanında bazı ülkelerde kamusal alanlar satılarak özelleştirilmiştir. Bunların en önde gelen örneği Londra'daki Downing Sokağıdır. ABD'de de birçok sokak konut ve emlak şirketlerine satılarak özelleştirilmiştir. Yine birçok kentte kapalı sitelerde özelleştirilmiş sokaklar vardır.[9]

Endüstri sonrası kentlerin önemli özelliklerinden biri de mega-ticaret alanlarıdır. Ticaret, ofis, konut, otel ve eğlence alanlarının bir arada bulunduğu bu karma kullanımlı büyük ticari alanlar iyi tasarlanmış, zengin görünümlü kamusal mekanlara sahiptir. Tema parkları bu türün en önde gelen örnekleridir. İlk tema parklarından olan Disneyland'tır. Tema parklarında ya gerçeği ya da hayali dünyayı simüle eden fantezi dünyalar yaratılır ve erişim ücreti ödeyenlere açıktır.[9]

Korunaklı kapalı siteler endüstri sonrası kentlerin en belirgin öğeleridir. Endüstri sonrası kentlerin "yeni kaleleri" olan bu sitelerin kamusal mekanları, kamunun erişimine kapatılmış sokaklardan, yeşil açık alanlardan ve orada yaşayanların ortak kullanım alanlarından oluşur.[9]

Kent sosyolojisi

Kent sosyolojisi, tanım olarak Batı'da 19. yüzyıl sonlarında ortaya çıkmış olan disiplinin adıdır. Sosyoloji disiplinleriyle aynı zemini paylaşmakla birlikte büyük ölçüde bu disiplinlerden ayrılan yönlere sahip olarak şekillendi. Kent sosyolojisinin ana sorunu ya da meselesi, modern kent toplumlarının yapısal özelliklerini ve sorunlarını anlamaya çalışmak olarak şekillenmiştir. Buna göre, kent sosyolojisi alanı içinde, belirli bir yöntemsel tercihle araştırmacılar, kentte meydana gelen sosyal gruplaşmaları, bu grupların birbirleriyle olan ilişkilerini, etkileşim ve çatışmalarını, kentsel kurumlaşmaları ve örgütlenme biçimlerini, demografik dağılımın sosyal bağlantılarını ve söz konusu grupların kent sosyal yaşamına uyum problemlerini vb. ele alıp irdeleyebilirler.

Toplumbilimsel düşünce tarihi içinde kent, geleneksel toplumdan modern topluma geçişin bir parçası olarak ele alınmıştır. Marx, Weber, Durkheim, Simmel gibi düşünürlerin endüstriyel toplum analizleri daha sonra gelişen kent teorilerini etkilemiştir. Kentin ayrı bir çalışma konusu olarak ele alınması 1920'li yıllarda Chicago okulu ile birlikte başlamıştır. 1960'lı yıllardan sonra ise Marx'ın kapitalist toplum teorisi Henri Lefebvre, Manuel Castells ve David Harvey gibi düşünürler tarafından kentleşme dinamiklerini açıklayabilmek için yeniden yorumlanmıştır. Bu yaklaşım, kentleşme olgusunu sanayi birikim süreçleri çerçevesinde analiz eder.[1]

Kentleşme

Kentleşme, kentsel yaşam biçimlerinin gelişimi olarak tarif edilmektedir. Başka bir deyişle, dar bir alana yerleşen büyük nüfus birikimi, yeni fiziksel ve sosyal oluşum, karmaşık ilişkiler ağı, iş dallarının farklılaşması ve kendine özgü bir kültürel sistemin ortaya çıkması olarak tanımlanmaktadır. Kentleşme, kente göç eden bireyin ya da kentte ikamet eden nüfusun değişim sürecini oluşturur ve sosyal, kültürel, ekonomik özellikleri ile ele alınır. Kentlileşme sosyal bakımdan, kente özgü tavır ve davranış biçimlerinin benimsenmesi ile gerçekleşirken kırsal alanlarda yaşayanlar daha farklı ekonomik ve sosyo-kültürel yaşam biçimine sahiptir.

Kentsel yaşam biçimleri ikiye ayrılır: Fiziksel kentleşme, işlevsel kentleşme. Fiziksel kentleşme; şehirlerin büyümesiyle ilgilidir. İşlevsel kentleşme; insanların değişen davranışlarını kapsar.[10]

Ayrıca bakınız

Kaynakça

  1. Erol Kaya, Kentleşme ve Kentlileşme, İşaret Yayınları, 2017
  2. Ahmet Güven, Kent, Kentlileşme ve Kentsel Yönetim İhtiyacı, Journal of International Management, Educational and Economics Perspektives
  3. A. Kadir Topal, Kavramsal Olarak Kent Nedir ve Türkiye'de Kent Neresidir?, Dokuz Eylül Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2004
  4. AÖF Ders Kitabı, Kent Sosyolojisi 5 Ekim 2018 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi., Editör: Doç Dr. Fatime Güneş, Anadolu Üniversitesi, 2013
  5. Segah Tekin, Esra Banu Sipahi, Kent, Yönetim, Din, Siyaset ve Düşünce Bağlamında Orta Çağ Avrupasına İlişkin Genel Bir Değerlendirme, Tarih Okulu Dergisi, Mart 2014
  6. Tayfun Çınar, Dünya'da ve Türkiye'de Başkentlik Sorunu, Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yayınları 7 Kasım 2016 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi., Ankara, Nisan 2004, sayfa 45
  7. Gizem Yılmaz, Ortaçağ Avrupasındaki Karanlık Feodalizmin İktisatla Aydınlanışı, Yüksek Lisans Tezi, Eskişehir Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2015
  8. Yunus Koç, Bizans Döneminde İstanbul nüfusu, Antik Çağ'dan XXI. Yüzyıla Büyük İstanbul Tarihi, Siyaset ve Yönetim 2, Cilt III
  9. Müge Akkar Ercan, Endüstri-Sonrası Kentlerin Değişen ve Dönüşen Kamusal Mekanları, ODTÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü, Planlama Dergisi, 2016
  10. Horst-Günter Wagner: Die Stadtentwicklung Würzburgs 1814–2000. In: Ulrich Wagner (Hrsg.): Geschichte der Stadt Würzburg. 4 Bände, Band I-III/2, Theiss, Stuttgart 2001–2007; III/1–2: Vom Übergang an Bayern bis zum 21. Jahrhundert. Band 2, 2007, ISBN 978-3-8062-1478-9, S. 1299, Anm. 21.

Dış bağlantılar

This article is issued from Wikipedia. The text is licensed under Creative Commons - Attribution - Sharealike. Additional terms may apply for the media files.