Devletin kökeni
Devletin kökeni, daha önce böyle bir kurumun yokluğunda merkezi bir devletin ortaya çıkması durumunu ifade eder. Devletin neden ve nasıl ortaya çıktığı yüzyıllardır düşünürlerin üzerinde teoriler ürettiği bir konudur.[1] Hatta Jonathan Haas, bu durumu "Geçen yüzyıl boyunca toplum bilimcilerin en sevdiği meşgalelerden birisi dünyanın büyük medeniyetlerinin evrimi hakkında teoriler üretmekti," sözleriyle anlatmıştır.[2]
Devletin kökeni hakkındaki çalışmalar genellikle devletsiz toplumların içerisinden ortaya çıkan ilksel devletlerin incelenmesi ve özellikle 17. yüzyılda Avrupa'da ortaya çıkan ve oradan tüm dünyaya yayılan şekliyle modern devletlerin incelenmesi olarak ikiye ayırılır. Devletin kökenine dair çalışma alanları hukuk, sosyoloji, siyaset bilimi, antropoloji, ekonomi ve felsefe gibi birçok disiplinin konusu olmuştur.[3]
İlksel ve modern devletlerin kökeni
Devletin kökenine dair teorilerin iki odak noktası vardır ki bunlar çalışma alanına göre değişir:
- İnsan toplumunun kabile topluluklarından daha büyük siyasi teşkilatlara ilksel geçişi. Genelde antropolojinin konusu olan bu alandaki çalışmalar, devletlerin devletsiz toplumların içerisinden ortaya çıktığı bölgelerdeki temel idari yapıların başlangıç aşamalarındaki gelişimini inceler.[4] Devletin kökeni 1980'lere dek antropoloji ve arkeoloji alanlarında etkin bir araştırma gündemiydi. Günümüzde bu çabaların bir kısmı bu devletlerin neden kurulduğundan çok nasıl işlediğine odaklanmaya başladı.[5]
- Buna tezat olarak siyaset bilimi ve sosyoloji alanlarındaki çalışmalar önemli ölçüde modern devletin kökenine odaklanmıştır. [6]
İlksel devletlerin kökeni
devlet | bölge | yaklaşık tarih |
---|---|---|
Susa | Mezopotamya, güneybatı İran | MÖ. 4000-3000 |
Uruk | Mezopotamya, güney Irak | MÖ. 4000–3000 |
Nekhen | yukarı Mısır | MÖ. 3500–3100 |
Harrapa | İndus Vadisi, doğu Pakistan | MÖ. 2600–2000 |
Erlitou | orta Çin (Shanxi ve Henan) | MÖ. 1900–1500 BCE |
Monte Albán | Oaxaca Vadisi, güney Meksika | MS. 300 BCE–200 |
Teotihuacan | Meksika Vadisi, orta Meksika | MÖ. 100–1 |
Virú | Virú Vadisi, Peru'nun kuzey sahili | MS. 200 BCE–200 |
Tiwanaku | Titikaka Gölü, kuzey Bolivya | MS. 300–600 |
Hawai‘i | Hawaii adaları | MS. 800–1800 |
Devletler, antropolog David S. Sandeford tarafından en az dört katmanlı bir yerleşim hiyerarşisi (örn.: büyük bir başkent, kentler, kasabalar ve köyler) olan, sosyal sınıfları ve bürokratik yönetimleri olan toplumlardır. İlksel devletlerse daha önce hiçbir devletin bulunmadığı bölgelerde gelişen devletli toplumlardır. Bu devletler tamamen içsel süreçler ve diğer devletsiz toplumlarla etkileşim sonucunda ortaya çıkmıştır.[7] Birçok yerde devlet, yazıdan önce ortaya çıktığı için dünyada kaç ilksel devletin var olduğu açıkça bilinememektedir,[8] ancak Sandeford, muhtemel ilksel devletlere Avrasya, Amerika ve Okyanusya'dan on örnek listelemiştir.[7]
O bölgede ilk çıktığı için bu tarz devletlere "ilksel devletler" denilmektedir, hâliyle "ilksel" sözcüğü eski ya da gelişmemiş anlamına gelen "ilkel" sözcüğüyle karıştırılmamalıdır. Yine de "ilkel devletlerin" kökeniyle ilgili araştırmalar, daha önce bir devletin bulunmadığı bir durumda "ilksel" bir devletin kurulmasına ve kurumsallaşmasına yol açan süreçleri incelemeye meyillidir. Diğer devletlerle etkileşim içerisinde ortaya çıkan, yani ilksel olmayan ilkel devletlere örnek olarak Tunç Devri'ndeki Yunan Ege devletleri ve Madagaskar'daki Malagaş uygarlığı sayılabilir.[9] İlksel devlet kurulmasından farklı olarak ilkel devletlerin ortaya çıkması için kültürel bağlamda bir ilk devletin kurulmasına ya da özerk, yakındaki bir devletten bağımsız bir şekilde gelişmesine gerek olmaz. Hâliyle ilkel devletlerin kökenleri arasında hâlihazırda mevcut başka devletlerle gerçekleşen etkilenme ya da dayatma gibi çeşitli etkileşim biçimleri yer alabilir..[10]
Modern devletin kökeni
Modern devletin kökeni üzerine teoriler, modern devletlerin, özellikle Orta Çağ sonlarında Avrupa'da ortaya çıkan ve sömürgecilikle tüm düyaya yayılan şekliyle kurulmasına önayak olan süreçlere odaklanmaktadır. 1940'larda ve 1950'lerde dünya çapında süre gelen dekolonizasyon süreçleri sebebiyle dikkatler, kayda değer bürokrasileri, vergi alma kabiliyeti ve bölgesel egemenliği olan modern devletlerin kurulmasına ve inşasına odaklanmaya başlamıştır.[11][12] Ancak bazı akademisyenlere göre modern devlet, sömürgecilikten de önce dünyanın başka yerlerinde de modern devletlerin zaten mevcut olduğunu, bu sistemlerin yerini sömürgeci sistemlerin aldığını savunmaktadır.[13]
Bu bağlamda modern devlet anlayışı 15 ve 16. yüzyıllarda ortaya çıkmıştır. Modern devleti geleneksel devletten ayıran özellik; sahip olduğu egemenlik ve meşruiyet anlayışıdır. Oluşum süreci ilk olarak Machiavelli tarafından laik bir siyasal iktidar kurgusu temellerinin atılmasıyla başlayıp Bodin'in egemenlik kavramını ortaya atmasıyla devam etmiş ve Thomas Hobbes'in toplum sözleşmesi kuramını geliştirmesiyle kendini geliştirmiştir. John Locke; serbest piyasa ekonomisi, kuvvetler ayrılığı, doğal haklar teorisi ve toplum sözleşmesiyle mutlakiyetçi görüşe karşı çıkmıştır. Locke'nin ardından Rousseau, toplumsal sözleşme kuramında egemenliğin kaynağını halka bağlamış ve devletin meşru kaynağını sağlamlaştırmıştır. Sieyés, "millet" kavramı ile modern devlet anlayışına katkıda bulunmuştur.
Devletin kökenine dair teoriler
Teoriler önceleri daha teolojik ve metafiziksel nedenlere dayandırılmıştır. 14. yüzyıl öncesi dönem için özellikle de feodalitenin etkisiyle kiliseye yakın düşünürlerin iktidarın kaynağının Tanrı olduğuna ve Tanrı’nın verdiği bu iktidarın babadan oğla veraset ile geçmesi gerektiğine dair teorileri mevcuttur. 14. yüzyıldan itibaren karşıt görüşlerin etkisiyle devletin kökenine dair teoriler daha realist bir çizgiye oturtulmuştur. Devletin ortaya çıkışını temellendirmeye çalışan teoriler genel itibari ile aile teorisi, biyolojik teori, toplumsal sözleşme teorisi, kuvvet teorisi ve ekonomik teori olarak beş sınıfa ayrılır.
Aile teorisi
Devletin ataerkil aileye benzetilmesine dayandırılan bu teorinin temelini babanın aile üzerindeki otoritesinin, yöneticinin devlet üzerindeki otoritesine benzetilmesi oluşturur.
Ailenin genişlemesiyle ortaya çıkan ‘gens’ aileden daha büyük bir sosyal grubu tanımlar. Genslerin de düzenli birleşiminden meydan gelen ‘tribü’ler kabile, boy benzeri bir yapıya sahiptirler. Özellikle göçebe hayattan yerleşik hayata geçildiğinde teşkilat konusunda sıkıntılar yaşanması neticesinde tribülerin komşu tribülerle kaynaşmasıyla devlet ortaya çıkmıştır.
Aile teorisinin savunucularından Aristoteles ailenin toplumun yapıtaşı olduğunu, bu küçük topluluğun ihtiyaçlarının kendi içerisinde karşılanamaması durumunda ihtiyaçların karşılanabilmesi amacıyla çok daha fazla evin birleşiminden köy yapısının oluştuğunu belirtmiştir. Köylerin nesiller geçtikçe büyümesi ve yayılması neticesinde kentler ortaya çıkmıştır.
Aile teorisyenlerinden Woodrow Wilson’un görüşüyle teorinin özünü anlamak daha kolay olacaktır. Wilson tarihte bilinen büyük devletlerin çıkış noktasının soybağı olduğunu, ailelerin ilkel birer devlet olduğunu, devletlerin ailelerin genişletilmiş hallerinden ibaret olduğunu belirtmiştir.
1877'de Lewis Henry Morgan, Eski Toplum isimli eserinde tek-eşli aile biçiminin ortaya çıkışıyla özel mülkiyet arasında bir paralellik bulunduğu tezini ortaya koymuştu. Friedrich Engels ise Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni isimli eserinde sadece Morgan'ın tezini almakla kalmıyor kendi tarih tezinin ana çizgilerini de Morgan'ın eserine dayandırıyordu.
Engels'e göre eski toplumlar ana-soycuydu. Çünkü tek-eşliliğin olmadığı bir toplumda soy, anneye göre belirlenmek zorundaydı. Baba-soycu akrabalık kavramı, özel mülkiyetin ve miras hukukunun doğmasıyla ortaya çıkmıştı. Çağdaş tek-eşliliğin ortaya çıkışı, miras sorunuyla ilgiliydi. Mülkiyet, Engels'e göre kadının erkeğe bağımlılığının devam ettiği ve hetairizm (bir tür fahişelik) olarak nitelediği burjuva evliliğiyle, eşitlikçi işçi sınıfı evliliği arasındaki temel ayırıcıydı. Engels'in yaklaşımı, özellikle Morgan'ın tezlerinin sorgulanmaya başlamasıyla yoğun eleştirilere uğradı. Özellikle işçi sınıfı ailelerinde erkek egemenliğin daha yaygın olduğunun kabul edilmesi, feminist hareketin orta-sınıf kadınlar üzerindeki özgürleştirici etkisi, boşanma hakkının yasallaşması gibi gelişmeler, kitabın açıklamalarını artık şüpheli hale getirmiştir.
Bu teorinin bir başka savunucusu olan Robert Filmer, aile teorisini teoloji ile kaynaştırılmış bir düzlemde ele almış ve iktidarın kökeninin insanlığın yaratılışıyla paralel ilerlediği fikrini savunmuştur. Filmer, Patriarcha adlı eserinde Tanrı’nın yöneticilik hakkını Adem peygambere verdiğini ve bu hakkın babadan oğula geçtiğini belirtmiştir. Soylu bir aileden gelen Filmer toplumsal eşitsizliğin yaratıcının tercihi sonucu geliştiğini bu nedenle de tartışmaya açık olmadığını düşünmektedir.
Biyolojik teori
Biyolojik teori, devletin insan ile olan benzerliğine atıf yapılarak öne sürülmüştür. Bu fikre sahip teorisyenler devletin kendiliğinden ortaya çıktığını, zamanla geliştiğini ve en sonunda bir insan gibi hayatını kaybettiğini öne sürmüştür.[14] İnsanlar gibi birçok organdan meydana gelen devletin bu sayede canlılık kazandığı kabul edilir. Teorisyenler devletin parçası olan toplulukları insan bedeni gibi tasvir ederek her vatandaşa vazifelerine göre bedene ait birer organ görevi yükler.
Bu teorinin en tanınmış savunucularından Platon, Devlet adlı eserinde konuyu ele almış ve alegoriyi şu şekilde kurmuştur. Beynin insan davranışlarını yönlendirmesine benzer şekilde yöneticiler de toplumu ve devleti yönetir, idare eder. Toplumu koruyan ve güvenliği sağlayan bekçiler, cesareti simgelemesi nedeniyle yürek tarafından temsil edilir. Üretimi sağlayarak devlete mensup vatandaşların ihtiyaçlarını karşılayan üreticiler ise mide veya diyafram tarafından temsil edilir.[15]
İbni Haldun'un teorileri
Siyaset biliminin öncülerinden olan İbni Haldun'un görüşleri aile teorisiyle biyolojik teori arasında bir yerde durmakla beraber teolojik bir yön de taşımaktadır.
İbni Haldun’a göre insanlar Tanrı’nın vermiş olduğu kabiliyetle teşkilatlanmayı başarabilirler. Ancak bu başarının altından tek başına kalkamazlar. Bu nedenle yardımlaşma ve birlik olma insanlar için bir zorunluluktur. Bu birliktelik sonucu yönetilen ve yönetici konumunda bulunan insanların yakın akrabalarını uzak akrabalarından, uzak akrabalarını da akrabası olmayanlardan ayrı tuttuğunu ve bu düzlemde ortaya çıkan otoritenin yönetimi oluşturduğunu savunur.[16][17]
“ | İnsanlar onların yanında, onlara karşı olanlarla savaşırlar. O aileden olanlar egemen kalsın diye savaşırlar. Bu yolla dinsel inançlarını korumuş olacaklarını düşünerek savaşırlar. Onun için de, böylesine bir güç kazanmış aileden gelenler, egemenliklerini sürdürebilmek için büyük bir yakınlık bağına gerek duymazlar. Neden ki, onlara boyun eğmek Tanrı’nın yazıp gerekli kıldığı bir ödev olmuştur insanlar için. Değişmez ve tersi düşünülmez bir ödev. | ” |
— Oktay Uygun, İbni Haldun'un Toplum ve Devlet Kuramı[18] |
İbn-i Haldun'a göre devletler de tıpkı insanlar gibi doğar, büyür, yaşlanır ve ölür. Buna göre, devletin geçirdiği aşamaları beşe ayırır. Hatta bu beş aşamanın üç ya da dört kuşağın ortalama ömrü olan 120 yılda tamamlandığını ileri sürer.[19][20] İbn-i Haldun'un bu süreyi tespit ederken, zamanında doktor ve müneccimlerin, normal insan hayatının 120 yıl olduğu iddiasına dayandığı ve bu yüzden devletlerin normal yaşam sürelerinin de 120 yılı aşamayacağını düşündüğü ileri sürülmüştür.[21]
Birinci aşama fetih ve kuruluş aşamasıdır. Bu aşamada yerleşik bir yönetimin elinden askeri güç ile iktidar alınır.[22] Asabiyye bağlarının çok güçlü olduğu, hükümdarın bir lord ya da kraldan çok bir şef olduğu dönemdir.[20]
İkinci aşamada hükümdar iktidarı tekeline almaya başlar. Bunun için kendisinin başa gelmesini sağlayan doğal dayanışmayı tasfiye etmeye başlar, onunla güç paylaşanları ortadan kaldırır, kan bağına dayalı dayanışma yerine doğrudan kendisine bağlı paralı asker ve bürokratlardan oluşan bir grup oluşturmaya başlar. Bunların dışında bilginlerden oluşan danışmanlar da bulur. İbn-i Haldun'a göre bilginler en kötü siyasal danışmanlardır. Ayrıntıdan çok evrenseli, insan türü yerine tüm türleri görmek üzere eğitildikleri ve toplumsal ve siyasal olayları tek başlarına görmek yerine birbirleriyle kıyaslayarak gördükleri için olumsuz siyasal önerilerde bulunurlar. Hükümdarlara asıl yararlı olan öğütleri ise "ortalama zekâya sahip, vasat kişiler" verirler.[20]
Üçüncü aşama ekonomik refahın arttığı, kültürel unsurların geliştiği bir yükseliş[22] ya da lüks ve debdebe aşamasıdır.[20] Bu aşamada hükümdar kişisel gelirini artırmak, tebaasının vergilerini azaltarak devletin mali kaynaklarını artırmak[23] ve yeniden düzenlemek, kentleri güzelleştirmek için uğraşır. Herkes ekonomik refahtan payını alır, güzel sanatlar, bilim ve el sanatları teşvik görür, hâkim sınıflar kültürel projelerin koruyucuları olarak boy gösterirler. Refah ve serbestlik devletin egemen iklimi haline gelir.[20]
Dördüncü aşama doyum, tatmin ve kendini beğenme aşamasıdır.[20] İstikrar ve barışın egemen olduğu, yönetimde yenilikçi hiçbir girişimin olmadığı, eski yönetimlerin taklit edildiği ve bundan ayrılmanın devleti yıkacağına inanılan bir aşamadır.[22] Hem yönetenler hem yönetilenler bu istikrar ve refahın ebediyen devam edeceğine inanırlar. Devlet kurucularının gücü ve başarılarına göre bu durum gerçekten de uzun sürebilir. Ancak bu aşama içinde farkına varılmadan gerileme ve çözülme başlamış ve devlet son aşaması olan sefahat ve israf aşamasına geçmektedir.[24]
Son aşama sefahat, israf ve çöküş aşamasıdır. Bu aşamada hükümdarın ekonomik ve toplumsal olayları kişisel arzularına göre yönetmeye çalışmasıyla, devlette iyileşmesi olanaklı olmayan hastalıklar ortaya çıkar.[19] Hükümdarın lüksünü ve desteğini, satın almış olduğu ordu ve bürokrasinin desteğini sürdürebilmesi için vergileri artırması gerekir. Artan vergi oranları ekonomik faaliyetlerin azalmasına neden olur ve hükümdarın amacının tersine devlet gelirleri azalır. Yönetilenlerin devletten beklentileri zayıflar ve umutsuzluk yayılır. Ekonomik faaliyetler duraklar, insanlar uzun vadeli planlar yapamaz olurlar. Doğum hızı geriler, kalabalık kentlerde nüfus ve çevre sorunları ortaya çıkar. Devlet çözülmeye başlar. Merkezden uzak bölgelerdeki valiler, generaller, prensler ya da başka devletler belli toprak parçalarını koparmaya başlarlar. Başkentte bile ordu ve bürokratlar hükümdarın otoritesini ele geçirmeye, hükümdarı sadece makam ve sıfattan oluşan bir şeye dönüştürmeye başlar. Sonunda dışarıdan gelen, asabiyyesi güçlü genç, sağlıklı bir topluluk devleti istila eder ve çürüyen yapıyı ortadan kaldırıp yenisini kurar.[19][24]
Toplumsal ve siyasal koşullar devletin bu aşamalarında bir takım değişiklikler yapabilse bile İbn-i Haldun'da katı bir belirlenimcilik vardır.[19] Her devlet bu süreçleri yaşar ve bunlar döngüsel bir şekilde sürekli tekrarlanır. Görüldüğü gibi bir aşamadan diğerine geçiş toplumsal yapıdaki doğal güçlerle açıklanır. İbn-i Haldun'a göre bu süreç bir toplumsal yasadır ve kişilerin iradesinden bağımsızdır.[19]
Toplumsal sözleşmeci teori
Teorinin çıkış noktası insanların kendi akıl ve iradeleriyle oluşturdukları sözleşmeler neticesinde siyasal iktidarın meşruluğunu sağlarken yönetilenlerin de ödevlerinin sınırlarını çizme düşüncesidir. Kendi içinde de ayrılan bu teorinin üç önemli savunucusu mevcuttur. Bu savunuculardan kimi sözleşme öncesi hali yani doğal durumu karmaşa olarak kimi ise insanlar arasında barışın hüküm sürmesi olarak betimlerler. Teori gereği insanlar bu karmaşa halinden kurtulmak veya meşru iktidarı sağlamak amacıyla aralarında bir sözleşme tertip ederler. Thomas Hobbes’un ‘insan insanın kurdudur’ (homo homini lupus) ve ‘herkesin herkesle savaşı’ (bellum omnium contra omnes) sözlerinden toplum sözleşmesi öncesi doğal halde kargaşa ve kaosun hakim olduğu anlaşılır. Leviathan adlı eserinde insanların güven içinde yaşamalarını ve her eylemlerinin sonucunun ortak faydaya yönelik olmasını sağlamak amacıyla hakların bir kişiye ya da kurula devredilmesi gerektiğini ve bu kurulun da devredilen hakları gözetmesi, haksızlıklara karşı cezalandırıcı görevi olmasını öngörmüştür. İnsanlar haklarını ve özgürlüklerini Leviathan isimli bir Ejderhaya başka bir deyişle Ölümsüz Tanrı’ya devrederler. Bunun karşılığı olarak ise Leviathan’dan düzen ve güvenlik beklerler.[25]
Hobbes’un aksine doğal durumu kargaşa değil barış hali olarak tasvir eden John Locke, Hobbes gibi güvenliği değil özgürlüğü ön planda tutar. Kimsenin bir diğerinden daha fazla iktidar ve yetkiye sahip olmadığı bu doğal durumda barışın devamlılığını sağlayacak, adil kararlar verecek bir otorite eksikliği mevcuttur. Bunun sonucunda mülkiyetin emniyetli kullanımı ve var olan barışın sürmesini sağlamak amacıyla bir sözleşme yapılır ve ortak bir karara varılır.
Jean-Jacques Rousseau’nun sözleşme teorisinde ise doğal durumda barış, eşitlik hakimdir. Ancak özel mülkiyetin ortaya çıkışı bu düzenin bozulmasına neden olur. Rousseau, bu durumu "Yaratıcı’nın elinden çıktığında her şey iyidir. Her şey insanların elinde bozulur," sözleriyle açıklamıştır. Rousseau’nun teorisine göre bozulan düzene karşı toplumdaki insanlar sosyal bir heyet oluşturarak ortak bir varlık meydana getirmişler ve bu varlığa da devlet adını vermişlerdir.
“ | Üyelerinden her birinin canını, malını bütün ortak güçle savunup koruyan öyle bir toplum biçimi bulmalı ki, orada her insan hem herkesle birleştiği halde yine kendi buyruğunda kalsın, hem de eskisi kadar özgür olsun. İşte, toplum sözleşmesinin çözüm yolunu bulduğu ana sorun budur. | ” |
— Jean-Jacques Rousseau, Toplum Sözleşmesi[26] |
Ekonomik teori
Devletin, insanların ekonomik kaygılarla hareket etmesi neticesinde kurulduğunu savunur. Teorisyenlerden Friedrich Engels’e göre devlet, tarihsel süreç içerisinde özel mülkiyeti korumak amacıyla ortaya çıkmıştır.[27] Karl Marx dünyanın ekonomik çıkarlar çerçevesinde yönetildiğini düşünür. Marksist teori sosyal kurumları ikili bir ayrıma tabi tutar. Alt yapı, üretim biçimlerinden sorumludur. Üst yapıda ise ahlak, hukuk, kültür ve sanat gibi değerler bulunur. Devlet bir üst yapı kurumudur ve alt yapıdaki ekonomik çıkarlar ve üretim biçimleri tarafından tayin edilir.[28]
Teoriye göre tarihin her döneminde mülkiyeti dolayısıyla da iktidarı ele geçirmek isteyen iki grup insan vardır. Bu iki grup ’’sömüren’’ ve ‘’sömürülen’’ sınıflardır. Sömüren konumunda olan grup elinde bulundurduğu gücün devamlılığını sağlamak amacıyla bir baskı örgütüne gereksinim duyar, bu da devlettir. Teoriye göre üretim biçiminin değişmesi devletin şeklinin de değişmesi sonucunu doğurur.
Kuvvet teorisi
Bu teoriye göre devlet kuvvetlinin zayıfı ezmesini meşrulaştıran bir aygıttır ve devletin kuvvetlilerin çıkarlarını gözetmek amacıyla kurulduğu savunulur. Fethetme politikasıyla ilerleyen toplulukların kazandıkları zaferlerini mağlup ettikleri topluluğa kabullendirmeleri ve hakimiyetlerini tesis edebilmeleri ancak tahakküm yoluyla gerçekleşir.
“ | Devlet, oluşumu sırasında tümüyle, varlığının ilk aşamalarında ise özünde ve neredeyse tümüyle, zafer kazanmış bir insan grubunun, yendikleri üzerindeki egemenliğini bir düzene bağlamak ve kendini içten gelecek ayaklanmalarla dıştan gelecek saldırılara karşı güvenceye almak amacıyla, yendiği gruba zorla kabul ettirdiği bir toplumsal kurumdur. Bu egemenliğin sonul amacı, yenilenlerin yenenler tarafından ekonomik alanda sömürülmesinden başka bir şey değildir. | ” |
— Franz Oppenheimer, Devlet[29] |
Ayrıca bakınız
Kaynakça
- GÖZLER, Kemal (2017). Kısa Anayasa Hukuku. Ekin Yayınevi. s. 42.
- Haas 1982, s. 1.
- Barkey & Parikh 1991, s. 523.
- Spruyt 2002, s. 129.
- Marcus & Feinman 1998, s. 3.
- Spruyt 2002, s. 131.
- Sandeford 2018.
- Wright 1977, s. 386.
- Wright 2006, s. 306.
- Cohen 1978, s. 50.
- Southall 1974, s. 153.
- Spruyt 2002, s. 132.
- Blanton & Fargher 2008, s. 13.
- GÖZLER, Kemal. "Anayasa Hukukunun Genel Teorisi: Cilt I".
- PLATON (2018). Devlet. İş Bankası Kültür Yayınları.
- İBN'İ HALDUN (2015). Mukaddime. Dergah Yayınları.
- YILDIZ TURAN, Esra. "Türk İslam Düşünce Sisteminde İbn-İ Haldun'un Devlet Nazariyesi".
- UYGUN, Oktay. "İbni Haldun'un Toplum ve Devlet Kuramı".
- Yıldız 2010, s. 44
- Stowasser 1984, s. 177
- Gürkan 1967, s. 241
- İbn-i Haldun'a göre vergiler düşürülünce vergi geliri artar, tersine artırılınca gelir azalır, çünkü vergi gelirleri ekonomik faaliyetlerden sağlanır ve vergileri artırmak ekonomik faaliyette bulunanları ürkütüp kaçırır. (Stowasser, age, sayfa 178)
- Stowasser 1984, s. 178
- HOBBES, Thomas (2015). Leviathan. YKY Yayınları.
- ROUSSEAU, J.J. Toplum Sözleşmesi. İş Bankası Kültür Yayınları.
- ÇÖLLÜ, İbrahim. "Ekonomik Teori" (PDF).
- GÖZLER, Kemal. "Anayasa Hukukunun Genel Teorisi: Cilt I,".
- Oppenheimer, Franz. Devlet. Phoenix Yayınevi.