Kötülük problemi
Kötülük problemi ya da şer problemi, din felsefesinde kötülük ile mutlak iyi olan bir Tanrı'nın varlığının nasıl bağdaştığı şeklindeki bir sorudur. Sorunu ilk olarak Epikür mantıksal bir formül ile ortaya koymuş, o zamandan beri de felsefe ile hiçbir ilişkisi olmayan kişilerden filozoflara kadar hemen herkesin zihnini meşgul etmiştir.
Problemin sunuluşu ve versiyonları
M.S. II. yüzyılda yaşamış bir Kilise Babası olan Lactantius’un (ö. M.S. 340) aktarımına göre Epikür kötülük problemini bir ikilem biçiminde şöyle formüle etmiştir:[1][2]
- Tanrı, ya kötülükleri ortadan kaldırmak ister de kaldıramaz; veya kaldırabilir, ama kaldırmak istemez; ya da ne kaldırmak ister, ne de kaldırabilir; yahut da hem kaldırmayı ister hem de kaldırabilir. Eğer ortadan kaldırmak istiyor da kaldıramıyorsa, O her şeye kadir değildir; ki bu durum Tanrı’nın karakteriyle uyuşmaz; eğer ortadan kaldırabiliyor, fakat kaldırmak istemiyorsa, O kötü niyetlidir; ki bu da aynı şekilde Tanrı ile uyuşmaz; eğer O ne ortadan kaldırmayı istiyor, ne de kaldırabiliyorsa, hem kötü niyetlidir hem de her şeye kadir değildir; bu durumda da Tanrı değildir; eğer hem ortadan kaldırmayı istiyor, hem de kaldırabiliyorsa – ki yalnızca bu Tanrı’ya uygundur–, o zaman kötülüklerin kaynağı nedir? Ya da o kötülükleri niçin ortadan kaldırmamaktadır?
- Epikuros
Problemin bir başka sunuluşu yüzyıllar sonra David Hume tarafından Din Üstüne Diyaloglar adlı eserinde Philo’nun ağzıyla şöyle yapılmıştır:[1][2][3]
- Tanrı kötülüğü önlemek istiyor da gücü mü yetmiyor?
- Öyleyse o güçsüzdür.
- Yoksa gücü yetiyor da kötülüğü önlemek mi istemiyor?
- Öyleyse o iyi niyetli değildir.
- Hem güçlü, hem de iyi ise, bu kadar kötülük nasıl oldu da var oldu?
- David Hume
Problem değişik versiyonlarla defalarca tekrarlanmıştır. Kötülük probleminin çok bilinen bir versiyonu da çağdaş filozof John L. Mackie tarafından ileri sürülmüştür.:[4][5][6]
- Tanrı vardır.
- Tanrı mutlak iyidir.
- Tanrı her şeye kādirdir (Her şeye gücü yeter).
- Kötülük vardır.
Yukardaki maddelerden herhangi üçünü kabul eden kişi, dördüncüsünü reddediyor olmalıdır. Yani:
- Eğer Tanrı varsa (madde 1) ve mutlak iyiliği (madde 2) istiyorsa ve istediği her şeyi yapabilecek kadar güçlüyse (madde 3) kötülük olmamalıdır.
- Eğer Tanrı varsa (madde 1) ve sadece iyiliği istiyorsa (madde 2), fakat Dünya'da kötülük varsa (madde 4) Tanrı istediğini yapamıyor demektir. Böylece Tanrı her şeye kādir değil demektir.
- Eğer Tanrı varsa (madde 1) ve her şeye kādirse (madde 3) ve kötülük de varsa (madde 4), Tanrı kötülüğü yaratmış ve mutlak iyi değildir.
- Son olarak, eğer Tanrı aynı zamanda mutlak iyi (madde 2) ve her şeye kādirse (madde 3) ve buna rağmen kötülük varlığını sürdürüyorsa (madde 4) böyle bir Tanrı var olamaz.
Din felsefesinde bu sorulara cevap bulma çabasına genel olarak teodise denilmiş ve burada sorunun çözümüne çalışılmıştır.
Kötülük problemi bir dizi teolojik sorun yarattığı için birçok filozof önce "kötülük" kavramını sınıflandırmaya çalışmıştır. Leibniz'e kadar, özellikle de Hristiyan düşünürler, iki tür kötülükten söz etmiştir:
- Doğal kötülük ya da fiziksel kötülük: Çağdaş Hristiyan teolog John Hick'e göre "hastalık yapan bakteriler, depremler, fırtınalar, kasırgalar, kuraklıklar ve benzeri durumlarda insan eylemlerinden bağımsız olarak meydana gelen kötülükler" bu gruptan sayılır.
- Ahlakî kötülük: Acımasızlık, adâletsizlik, aldatma, kıskançlık, savaş, soykırım, yalan, zulüm v.b. insan kaynaklı kötülüklerdir.
Bu sınıflandırmada ahlakî kötülüğün sorumlusu olarak insanın kendisi ve özgür iradesi gösterilmiş, tartışma "doğal kötülük" kısmında süregelmiştir. Leibniz bunlara daha sonra bir de "metafizik kötülük" kavramını ekleyecektir. Çağdaş teologlar kötülükleri bugün de kaynaklarına göre benzer şekilde sınıflandırmaya devam ederler.[7]
Platon'da teodise
Felsefe tarihinde bilinen ilk teodise girişimi Platon'a aittir. Sonradan geliştirilen birçok teodise düşüncesinin izleri Platon'un teodise düşüncesinde bulunabilir.[1] Platon Evren'deki kötülüğün kaynağı olarak Tanrıyı/tanrıları görmez, başka şeyler kötülüğün kaynağı olmalıdır:
- O insanlarla ilgili olarak meydana gelen bazı şeylerden sorumludur; fakat onlarla ilgili çoğu şeyin sorumlusu O değildir. O, her şeyin sebebi değil, yalnız iyi olanın sebebidir. Kötü olan şeylerle ilgisi yoktur. Tanrı iyi olduğu için, insanların başına gelen her şey, çoğumuzun sandığı gibi, ondan gelmez. Yalnız iyi olan şeyler Tanrıdan gelir... İyi olan şeyler de, kötülüklerden daha az olduğuna göre, Tanrı’dan çok değil, az şey gelir bize...
- Bu nedenle kötü şeyler için başka sebepler aranmalıdır. Bunların Tanrı’dan geldiği söylenmemelidir.[8]
- Platon, Devlet
Platon, maddeyi de kötülüklerin kaynağı olarak görmez, daha çok Kötü Ruhları kötülüklerden sorumlu tutar gibidir. Örneğin Timaeus'da "Tanrı Dünya'yı mümkün olduğu kadar kavranabilen varlıkların en güzeline ve her bakımdan en kusursuzuna benzetmek istedi…" der.[9] Ancak Yeni-Platonculuğun kurucusu Plotinus'dan baslayarak Platoncu düşünürler kötülüğün kaynağı olarak maddeyi görmüşlerdir.
Irenaeus'da teodise
Irenaeus (MS. 130-202), yaratma konusunu ele alan Hristiyan Kilise babalarının ilkidir. İraneus'a göre Tanrı'nın insanı yaratması evrimsel bir tarzda ve iki aşamadan oluşur. Birinci aşaması Tanrı'nın imgesi (image of God) aşamasıdır. İkinci aşama ise Tanrı'nın benzerliği (likeness of God) aşamasıdır, ki bu aşama henüz sonlanmamış, sürmektedir. İraneus'a göre Tanrı, insanı Tanrı'ya giden manevi bir yolun henüz başında kusurlu ve mükemmellikten uzak olarak yaratmıştır. İnsana mükemmel olma potansiyeli verilmiştir, ancak bunun için insanın duyma, inceleme, akıl yürütme, anlama ve yorumlama aşamalarından geçerek ahlakî ve bilge bir varlık haline gelmesi gerekir. İnsanın iyilikleri kazanabilmesi için kötülüklerle ve sıkıntılı durumlarla yüzleşmesi gerektiği için Tanrı ile arasında bir bilişsel mesafe (epistemic distance) konulmuştur.[7]
- İnsan, başta, yaratılmamış bir Tanrı’nın imgesi ve benzeri olarak ortaya çıkarılmış – Baba her şeyi güzelce planlamış ve Kendi emirlerini vermiş, Oğul bunu uygulamaya koymuş ve yaratma işini gerçekleştirmiş, ruh da bunu sağlamlaştırmış ve (yaratılanları) çoğaltmış ve böylece insan ise her gün bir az daha gelişim geçirmiş ve yaratılmamış Bir olana yakın bir mükemmelliğe doğru yürümüştür. Zira Yaratılmamış olan mükemmeldir, bu da Tanrı’dır[10]
- Irenaeus, Against Heresies
İraneus'un teolojisi bugün yaygın olan Hristiyan teolojisinden belli farklılıklar gösteririr. Augustinus teolojisine hakim olan "insanın düşüşü", "ilk günah", "kefaret" gibi kavramlar İraneus teolojisinde etkili değildir. Irenaeus mânevi evrim düşüncesi için benimsediği özgür irade anlayışında Augustine'den çok farklı düşünmemekte, fakat bu özgürlüğü ileriye yönelik bir amaç olarak tasarladığı için Augustine`in günah (geçmişe yönelik) fikrinden ayrılmakta ve daha optimistik çizgiye yaklaşmaktadır.[7] İraneus'un Augustinus'dan çok daha önce geliştirdiği bu teodise anlayışı 20. yüzyılın Hristiyan teologlarından John Hick tarafından revize edilerek savunulmaktadır.
Augustinus'da teodise
Ortaçağ Hristiyan Düşüncesi'ni derinden etkileyen filozoflardan olan Augustinus'a (MS. 354-430) göre Tanri insani kendisinde hiçbir günah olmaksızın yaratmıştır ve onu kötülüklerden yalıtılmış bir Dünya'ya yerleştirmiştir. Ama insan Tanrı vergisi özgürlüğünü bilerek kötüye kullanmış ve günaha düşmüştür.[1] Bütün insanlar Adem'in günahı yüzünden lanete ugramıştır, Tanrı hepimizi sefalete terk edebilecek iken, sırf iyi olduğu için içimizden bir kısmını kurtarmaktadır.[2] Bazı insanlar bu nedenle ancak Tanrı’nın lütfuyla affedilecek, diğerleri cezaya tabi tutulacaktır.[1] Görüldüğü gibi Augustinus'un teodise felsefesine Hristiyanlığın insanın düşüşü, ilk günah ve kefaret gibi konular egemendir. Ayrıca Agustinus’a göre, gerek varlığın kötü fonksiyonundan kaynaklanan kötülük, gerekse de günaha karşılık gelen cezadan kaynaklanan kötülük, Evren'de ahenksizliği değil, ahengi doğurur. Öyle ki bu Dünya, üzerinde hiç kötülük olmayan bir Dünya kadar iyi ve güzeldir.[3]
Augustinus Plotinus'a benzer şekilde kötülüğü, madde ile açıklamaya çalışır. Ona göre kötülük, iyiliğin yokluğudur. Tanrı saf ve nihai iyiliktir, mutlak ve değişmezdir. Ancak Tanrı'nın yarattığı Evren "yokluk"tan yaratılmıştır, değişkendir ve maddenin oluşumu iyiliğin eksikliğinden, Tanrı'daki gibi saf ve mutlak olmamasındandır. Evren'in kendisi de aynı Tanrı gibi iyilikle doludur ama her şey aynı oranda iyilik içermez. Varlıklarda bir hiyerarşi vardır ve bu hiyerarşinin en üstünde en iyiler bulunur. Güneş, ay, yıldızlar, melekler, insanlar, kuşlar, balıklar, ışık ve karanlık hep iyidir. Ancak hiçbiri Tanrı kadar mükemmel değildir, farklı seviyelerde dururlar. Ayın güneş kadar parlak olmasını istemek nasıl doğru değilse, her varlığın mutlak iyi olmasını istemek de doğru değildir.[7]
Augustinus'a göre deprem, fırtına, salgın hastalıklar gibi doğal kötülükler insanların işlediği günahların cezai sonuçlarıdır. Fakat bu cezalar adil olduğu için Evren'in mükemmelliğini bozmaz.
- Damak zevki bozulmamış birine lezzetli gelen ekmek, damak zevki bozulmuş birine lezzetli gelmeyebilir; gözleri sağlıklı birine ışık hoş gelirken hastalıklı gözlere acı verebilir. Aynı şekilde senin hakkaniyetin dürüst olmayan kişilere hoş gelmez: haydi haydi iyi olarak yaratmış olduğun ve aşağı seviyedeki yaratıkların bir bölümü ile uyum içinde bulunan bir engerek ve bir küçük yer solucanı da hoş gelmez. Kötüler bu aşağı bölgelere daha çok uyum sağlayarak sana (Tanrı) olan benzerliklerini yitirirler; tersine sana daha çok benzemeye çalışanlar ise, üstün yaratıklarınla daha çok uyum içerisine girerler. Kötünün ne olduğunu aradım ve onun bir töz olmadığını keşfettim, kötülük yüce tözden yâni Tanrım, senden yüz çeviren, bu içten zenginlikleri reddeden, daha aşağı seviyedeki şeylere dönerek dışarıda gururla şişinen bir irâdenin ahlâk bozukluğudur[11]
- Augustine, İtiraflar
Leibniz'de teodise
Leibniz kötülük problemine çözüm önerisini "mümkün dünyalar teorisi" adı verilen bir teori ile açıklar. Buna göre Tanrı mümkün dünyaların en iyisini yaratmıştır. Mümkün olanın en iyisini yaratabilmek için bir takım kötülüklere göz yummak zorundadır.[1][3]
Leibniz'de Tanrının yaratması Augustinus'taki gibi "yoktan yaratma" olmayıp, Platonculardaki "varolan maddeden" yaratmaya benzer. Ancak Leibnizde "madde" değil "monadlar" vardır. Tanrı ezeli, sonsuz sayıda ve bölünemeyen monadlar arasından uygun gördüklerini aktifleştirir. Yani yaratma, kuvve halindeki ideaları fiil haline geçirmektir. Tanrı bu işlemi yaparken sonsuz sayıda alem yaratma olanağına sahiptir. Tanrı bu mümkün alemler arasında son derece hassas bir hesap yapmış, bizim anlayamayamayacağımız kadar çok detayı gözönünde bulundurmuş ve sonunda mümkün olan dünyaların en mükemmelini yaratmaya karar vermiştir. Ancak varlıklar eksik şeylerdir, eksiksiz olan tek şey Tanrıdır. Eğer varlıklar eksiksiz olsalardı onlar da Tanrı olurdu. Bu yüzden eksikli olan şeylerden yaratılan bir dünyada kötülüğün olması doğaldır. Bunun nedeni Tanrı değildir, varlıkların eksik ve kusurlarıdır. Yani “varlıklar” yetkinliklerini Tanrı’dan, yetkinsizliklerini ise sınırsız olmaya gücü yetmeyen kendi tabiatlarından almaktadırlar.[3]
Görüldüğü gibi, Leibniz’de bir şey Tanrı yarattığı için iyi olmayıp, iyi olduğu için Tanrı onu yaratmıştır(bu tartışma için Euthyphro ikilemi'ne bakınız). Yani iyilik ya da ahlakî olan Tanrıdan bağımsız olarak vardır. Leibniz "mademki mümkün dünyaların en iyisinde bile kötülükler olacaktı, o hâlde Tanrı bu Dünya'yı niye yarattı" şeklindeki bir soruyu kendisine sorar ve varoluşun, varolmayıştan daha iyi olduğu cevabını verir. Leibniz'e göre Tanrı, bu Dünya'yı yaratmak zorunda değildi, ama eğer yaratmasaydı hiçbir şey var olmayacaktı. Yaratırken, bütün monadlar varolmak için yarışa girdikleri için en iyisini bulmak şeklinde bir ahlakî zorunluluk altındadır.[3]
Leibniz’e göre, Evren'in düzenini biraz anlayabilseydik, onun en bilge insanların istediklerini bile geçtiğini, onu olduğundan daha iyi kılmanın imkânı olmadığını görürdük. Ayrıca ona göre hiç kötülük olmayan Evren'in yaratıcısına inanmak ve O’nu sevmek her kişinin harcıdır. Önemli olan kötülüklerle birlikte Tanrı’yı sevmektir.[3]
Aydınlanma çağı ve teodise'nin eleştirisi
18. yüzyılda gelişen aydınlanma çağı teodise anlayışına karşı sert eleştirilerin ortaya çıkmasını da beraberinde getirdi. Voltaire, Leibniz'in "mümkün olan dünyaların en iyisi" felsefesini yerden yere vuran Candide adlı ünlü hicvini yayınladı. Eser'de Leibniz felsefesini savunan Pangloss iki arkadaşı ile birlikte Dünya'yı dolaşıyor ve başlarına sayısız felaket geliyordu. 1755 yılında gerçekleşen Lizbon depremi de Avrupa aydınını derinden sarstı. David Hume "Dinin Doğal Tarihi" adlı eserinde dinlerin ortaya çıkış nedenlerine ilişkin ilk sosyolojik açıklamaları yapıyor ve şöyle diyordu: "Din ve Tanrı konusu bütünüyle bir bilmece, açıklanamayacak bir gizemdir. Buna dair en titiz arayışımızın tek sonucu korku ve belirsizliktir. Bu nedenle herhangi bir apaçık hüküm ortaya koymak mümkün değildir."[12] Diderot, d’Holbach gibi Aydınlanma düşünürleri, Voltaire’in ve Hume’un şüpheci tutumlarından da etkilenerek Ortaçağ sonrası devam etmekte olan baskın Hristiyanlık inancının etkilerini silmeye çalıştılar.[1]
Hume'un teodise eleştirisi
David Hume, Doğal Din Üzerine Söyleşiler adlı kitabında bu konuyu ele alır. Kötülük problemini fizikî, ahlakî, psikolojik boyutlarıyla ele alır ve iki önermenin üzerinde ısrarla durur. Birincisi Evren'in sanıldığı gibi düzenli olmadığı, ikincisi de bir düzenin olduğu kabul edilse bile bu düzenden hareketle Tanrı düşüncesine gidilemeyeceğidir. Hume teodise girişimlerini çürütmekle yetinmez, tümüyle alaya alır:
- Biri, Evren'in bir zaman tasarı gibi bir şeyden çıktığını söyleyebilecek ya da kestirebilecektir. Fakat bu noktanın ötesinde tek bir şey bile söylemeyecek ve teolojisinin her bir noktası, son derece geniş bir hayal ve varsayma boşluğuyla saptanmaya bırakılacaktır. Böyle bir kişinin bilebileceği kadarıyla bu Dünya, üstün bir ölçütle karşılaştırıldığı zaman çok kusurlu ve yetkinlikten pek uzaktır. Bir çocuk tanrının ilk denemesi olabilir. Aksak işçilikten utanıp belki onu, sonradan yüzüstü bırakmıştır. Evren, yalnızca bağımlı, aşağı düzeyde bir Tanrısal varlığın eseri olabilir. Belki üstlerinin alay konusudur. Yahut çok yaşlanmış bir tanrının bunaklık çağının bir ürünüdür de aldığı ilk hız ve etkin atılışla, onun ölümünden beri kendi başına bir macera yaşamaktadır.[13]
Hume Evren'in bir makineye benzetilmesine ve makinenin nasıl bir yaratıcısı varsa, Evren'in de Tanrı tarafından yaratıldığı düşüncesini mantıksız bulur. Hume'a göre bu argümanda iç içe iki hata vardır. Hem Evren'in makineye benzetilmesi hatalıdır, hem de makinenin olduğu gibi Evren'in de bir yaratıcısı olduğu hükmü.[14]
Kant'ın teodise eleştirisi
David Hume'u hariç tutarsak, Leibniz'in teodisesi başta olmak üzere bütün teodise anlayışlarına en dikkate değer eleştiriyi Kant yapmış, hatta direkt teodise eleştirisini konu alan bir makale yayınlamıştır. Makale "Tüm Felsefi Teodise Teşebbüslerinin Başarısızlığı Üzerine" (Ing. "On The Failure of All Attempted Philosophical Teodicies") adını taşır.[15] Kendine özgü bir Hristiyanlık anlayışı olan Kant, önce teodiseleri "Kuramsal Teodiseler" ve "Otantik Teodiseler" olarak gruplandırır. Kutsal Kitap'taki alegorik Eyüp kıssasını otantik teodiselere, felsefecilerin ürettikleri teodiseleri ise kuramsal teodiselere örnek gösterir. Teodise savunması yapanları "tanrının avukatı", savunmanın kendisini de "dava" olarak tanımlar. Kant'a göre bu dava bir "akıl mahkemesi" (Ing. the tribunal od reason) ya da "felsefe mahkemesi" (Ing. the tribunal od philosophy) önünde görülmektedir. Kant tanrının bu sözde avukatlarının belli konuları açıklığa kavuşturmaları gerektiğini söyler. Açıklığa kavuşturulmasını şart koştuğu 3 nokta şunlardır:
- Ya Dünya'daki gâyeliliğe aykırı olan şeylerin aslında öyle olmadığını kanıtlamalıdır.
- Ya aykırı olduğunu itiraf etmeli, fakat neden öyle olduğunu açıklamalıdır.
- Ya da son olarak, Tanrı`nın mutlak güç olduğunu fakat kötülük türü olayların sebeplerinin Tanrı`dan olmadığını, bilakis, insan veya insanüstü ruhlar gibi, iyi ve kötü başka bir sorumlu varlığın olduğunu kanıtlamalıdır.[7]
Sonuçta Kant' göre tanrının avukatları "felsefe mahkemesi"ndeki bu "dava"yı kaybederler.[2] Kant, ilahi hikmet ile kötülük gerçeğinin uzlaştırılamayacağı sonucuna varır. Tanrı düşüncesine bağlı olan Kant'ın bu sonuca ilişkin açıklaması ise insan aklının böylesi aşkın bir sorunu çözebilecek yetenekte olmadığı şeklindedir. Kant'a göre insan, aşkın olan bir yüce varlığa teslim olmalı, insan aklının sınırlarını aşan konuları çözemeyeceğini bilmelidir.[2] Kant, o güne kadar yapılan teodise savunularının felsefi olarak yetersiz olduğunu göstermiş, onları sert şekilde eleştirmiş, ancak kendisi de sorunu çözecek bir açıklama yapmayıp, sorunun çözülemez olduğunu ileri sürmüştür.
Schopenhauer'un teodise eleştirisi
Schopenhauer da hocası olan Kant gibi kötülük probleminin teodise girişimi ile çözülemeyeceğini ilan eder. Çünkü ona göre her an, her yerde maruz kaldığımız bu problemin kökten bir çözümü mevcut değildir. Bu problemi teodise ile açıklamak bizi bir adım ileriye götürmemektedir. Çünkü var olan kötülüğün bir Tanrı tarafından yapıldığını ya da yapılmadığını formüle etmek, kötülüğün varolmasını engellememektedir der. Schopenhauer teodise ile çözülemeyeceğini düşündüğü kötülük probleminin asla tam olarak ortadan kaldırılamayacağını, ancak yaşama isteğinin yönlendirmesiyle ona tahammül edileceğini ve bu tahammülün ise sanat, ahlak ve sevgi yoluyla olacağını söyler.[16]
Problemin biçim değiştirmesi
Schopenhauer ile birlikte kötülük problemi başlangıçtaki ele alınış biçiminden kopmaya başlar. Başlangıçta sorun "kötülük" ile "Tanrı" arasındaki bir sorun iken giderek "kötülük" ile tek tek insanlar arasında bir sorun haline gelmeye başlar. Schopenhauer, Kierkegaard ve Nietzsche için artık sorun kötünün varlığını, nedenini ve kaynağını açıklamak, yeni bir çözüm göstermek haline gelmiştir. 19. yüzyılda Nietsche ve Kierkegaard'ın uğraştığı Nihilizm biçim değiştiren bu sorunu çözümleyebilmek için yapılmış bir girişim gibidir. Nietsche bu girişimi şöyle açıklar:
- Nihilismin ön şekli pesimizmdir. Pesimizm, mantığın gücüyle zıtlıkları ortaya koyar; bir gerginlik durumu yaratır. Yüksek değerlerin altında bir ahlak sistemi bulundukça ve sistem geçersizleştikçe değerler hayatı yönetecekleri yerde, ondan yüz çevirmeye başlarlar; Pesimizmin gerginlik durumu nihilismi, değerlerin kökten reddedilişini hazırlar.[17]
Aydınlanma çağı ile birlikte teodise girişimleri yoğun bir saldırı altında kaldı ve büyük felsefecilerden ağır darbeler yedi. Ancak bugün de çeşitli teodise girişimlerinin olduğu görülmekte. Çağdaş teodise girişimlerine örnek olarak Alvin Plantinga ve John Hick gösterilebilir.[7]
Kaynakça
- Felsefe Dergisi 19 Mart 2015 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi. Tarihsel Olarak Kötülük Problemi ve Çözüm Yolu Olarak Teodise, Nurten Kiriş, (23 Mayıs 2012'de erişildi)
- Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyet Fakültesi Dergisi 3 Eylül 2013 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.,M.Kazım Arıcan, Kant'ın Kötülük Anlayışı ve Theodise Eleştirisi (23 Mayis 2012'de erisildi)
- Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 17 Nisan 2012 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi. Leibniz'de Kötülük Problemi ve Teodise, Aliye Çınar (23 Mayıs 2012'de erişildi)
- John L. Mackie, “Kötülük ve Mutlak Kudret”, Klasik ve Çağdaş Metinlerle Din Felsefesi, çev.: Metin Yasa, Etüt Yay., Samsun 1997, ss. 135-136.
- Malatya Kilisesi 7 Şubat 2012 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi. (23 Mayıs 2012'de erişildi)
- www.sonsuz.us/?q=node/420 24 Mart 2016 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi. (23 Mayıs 2012'de erişildi)
- Rafiz Manafov Doktora tezi 11 Ocak 2012 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi. John Hick`in Din Felsefesinde Kötülük Problemi ve Günümüz Açısından Teodise, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı
- "Platon, Devlet. Remzi Kitabevi, İstanbul, 1988, 379 c, aktaran" (PDF). 19 Mart 2015 tarihinde kaynağından (PDF) arşivlendi. Erişim tarihi: 24 Mayıs 2012.
- Platon, Timaeus, 29A,30 B. (Çev. Erol Güney, Lütfi Ay), M.E.B. Yayınları, İstanbul, 1982, s.32 akt. 19 Mart 2015 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.
- Irenaeus, Against Heresies: Anti Nicene Fathers, Eds. Alexander Roberts, James Donaldson, Michigan, Grand Rapids, 1996, C. I, s. s. 521-522. aktaran 11 Ocak 2012 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.
- Augustine, İtiraflar, Çev. Dominik Pamir, İstanbul, Kaknüs 1999, s. 156. aktaran 11 Ocak 2012 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.
- Felsefe Dergisi 22 Haziran 2015 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi., Emin Çelebi, Kuşkucu ve Agnostik Tutum Bakımından David Hume’un Din Eleştirisine Eleştirel Bir Bakış
- David Hume, Doğal Din Üstüne Söyleşiler (Din Üstüne içerisinde), çev.: Mete Tuncay, İmge Kitabevi Yay., 3. baskı, Ankara 1995, s. 209; Mehmet Aydın, Din Felsefesi, s. 147.
- Çorum İlahiyat Fakültesi Dergisi 2002/2 18 Nisan 2013 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi., Şaban Haklı, Kötülük Problemi, Yaklaşımlar ve Eleştiriler
- Bu makale Michael Despland'ın Kant on History and Religion adlı eserinin son kısmında ek olarak verilmiştir. Bkz. Michael Despland, Kant on the History and Religion, McGill-Quenn's University Press, Montreal and London 1973 içinde s.283-297 aktaran Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyet Fakültesi Dergisi 3 Eylül 2013 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.
- Schopenhauer, The World as Will and Representation. (ed. E. F. Payne), New York, 1966 (C I-II) s. 591 aktaran Felsefe Dergisi 19 Mart 2015 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.
- Necla Ramazanoğlu, Kötümserlik ve Hiççilik Sorunu (Pascal, Schopenhauer, Kierkegaard, Nietzsche), (Yayımlanmamış Doktora Tezi), İstanbul, 1983, s. 47 aktaran Felsefe Dergisi 19 Mart 2015 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.